Politika kavramı ülkemizde ciddi ölçüde bir anlam kaymasına ve çarpıtmaya uğradı. Bu husus üzerinde durulmasının, en azından politika ve ahlak ilişkisi açısından gerekli olduğu kanısındayım.
Politika ile yalan sözcüğünün neredeyse eş anlamlı olarak kullanıldığı ülkemizde, kavramın bu denli anlam kaymasına uğramasının birbirine bağlı iki boyutu var. Bunlardan birisi, daha baştan kelimenin etimolojisi üzerindeki çarpıtmadır. Politika kelimesinin etimolojisinden hareketle (Eski Yunancada poli çok, tika yüz) politikanın çok yüzlü anlamına geldiği iddia edilmekte. Çok yüzlülük ise, kabın şeklini alan su gibi her duruma uyum sağlamak, her koşula göre şekil değiştirmek demektir ki, bunun yolu da sürekli yalan söylemekten geçer. Bu anlamda politika bir bukalemunluktur, riyakârlıktır vs.
Yunancada “poli” kelimesi Türkçede “çok” anlamına gelmektedir. Ancak Yunanca “tika” kelimesinin “yüz”, “surat”, “sima” anlamına geldiği iddiası kesinlikle yanlıştır.
Eski Yunancada politika kelimesinin kökenini, “şehir” anlamındaki “polis” kelimesi oluşturmaktadır. Aristoteles’in “Politika” kitabı şehirle, yani polisle ilgili olup politikanın konusunun, toplum ve devlet olduğunu ele alır.
Nişanyan Sözlük’te politika kelimesinin anlamı “şehir veya devlet yönetme sanatı” olarak açıklanır.
Toplumsal hayatın hemen her alanını kapsayan; yöneten ile yönetilen ilişkisinin, devlet biçimlerinin ve yönetme ahlakının konusu olan politikanın içeriği neden çarpıtılmaktadır? Bunun bir yönünün kelimenin etimolojisi üzerindeki yanlış tanımlar olduğunu söyledik. Diğer bir yönünü ise, son yıllarda dünyada ve ülkemizde giderek artan popülizm oluşturmakta.
Popülist politikalar eskiden beri vardı ama etkinlik, egemenlik anlamında büyük örnekler oluşturmuyordu. Bunun tipik örneğini Peronist hareket olarak 1950’li yılların Arjantin’inde görüyoruz. Popülizmin günümüzdeki gibi egemen bir siyaset biçimi haline gelmesinden de önce, toplumda genellikle politikacıların şahsi menfaatleri ve iktidar olabilmeleri için yalan söyledikleri, ikiyüzlü davrandıkları görüşü yaygındı. Bu anlamda bir “halk dalkavukluğu” vardı.
Dün yaygın olan, bugün egemen oldu!
Dün toplumda politikacının yalancılığına kısmen de olsa eleştirel bir bakış varken, bugün genel bir kabullenme var.
Bunun nedenlerinden birisini Sosyalist Blokun yıkılması, diğerini ise, Murat Belge’nin deyişiyle temsili demokrasinin ve liberal demokratik değerlerin krizi olarak popülizmin baskın bir siyasi karakter kazanması oluşturmaktadır. Bu iki nedenin birbirini ürettiği kanısındayım.
Sosyalist Blok döneminde kapitalist-emperyalist dünyaya karşı sol muhalefetin gücü ve yükselişi karşısında Batı ve bağlaşıkları, temsili demokrasiyi meşruiyetleri açısından canlı tutmaya çalışıyorlardı. Sol dalgalanın geçici de olsa, büyük ölçüde sönümlenmesi siyasi sahada popülist politikaların etkisini alabildiğine artırdı.
Liberal demokratik değerlerin ve temsili demokrasinin yönetim yetisinin gittikçe zayıflamasının tipik örneğini AB’nin son yıllardaki tutumu oluşturmaktadır.
Sosyalist Blok çökünce kapitalizmin, toplumdaki hak talepleri karşısında eli güçlendi, rahatladı ve buna bağlı olarak fütursuzlaştı. Doğayı tahribatı ve yarattığı çevre kirliliği felaket boyutlarına vardı, iktidarlarına politik sığlık, tehdit ve şiddet dili hâkim oldu. Bunun yansımalarını son 30 yılda Batı’da iktidara gelen politik figürlerde görmekteyiz.
Politika kavramının anlam kaymasının ve çarpıtılmasının popülizm eliyle şişirilmesinin tipik bir örneğini de ülkemizdeki AKP iktidarı oluşturmakta. Ancak AKP’yi salt popülist politikalarla tanımlamak eksik kalır. Parti içindeki ana damarı oluşturan popülizmin devlet ideolojisindeki “Tekçi” anlayışla buluşması, onu daha da tehlikeli hale getirdi.
Ülkemizdeki politik zihniyet ve pratiğinde popülist politikaların varlığı öteden beri bulunmaktaydı. Ancak son yıllarda bu varoluş hali, egemen varoluş, yani iktidarın politikası haline geldi.
Örneğin Erdoğan, “Benim milletim” söylemi ile milleti kendi içinde eşitleyerek bir bütün olduğu kabulüyle kendisinin (“Benim” öznesiyle) onların tümünün temsilcisi olduğunu lanse eder.
Hâlbuki Erdoğan’ın “Benim milletim”inin kapsama alanı, kendi partisini destekleyenlerle sınırlıdır. Milletin desteklemeyen kısmı ise, millet sayılmaz ve ötekileştirilerek düşman olarak görülür.
Popülizm çoğunluğu esas alır ve çoğulculuğa karşıdır. Bu nokta, onun demokrasi karşıtı olduğunu ve baskıcılığının faşizme kadar gidebileceğini gösterir.
İletişim Yayınlarından J. Werner Müller’in “Popülizm Nedir?” kitabı üzerine Mehmet Ertan’ın bir makalesindeki şu çarpıcı alıntı, meseleyi pratiğiyle birlikte daha anlaşılır kılmakta. “Müller’e göre bu siyasi seferberlik hali içinde popülistler, iktidarda üç temel eylemde bulunur. İlki, devleti sömürmek, yani bütün bürokratik kadroları kendi memurlarıyla doldurmak ve bunu da bürokratik seçkinlere karşı halkın gerçek iktidarını sağlamak söylemiyle yapmaktır. İkincisi, clientalist ağlarla kendisini destekleyen grupları hukuk içi veya hukuk dışı mekanizmalarla ödüllendirmektir. Üçüncüsü ise, sivil toplumu bastırarak tek sesli homojen bir kamusal alan yaratmaktır.” (s.63-66).
Popülist dün söylediğinin tersini bugün söyleyebilir. İstikrar ve ilke yoktur. Bu bağlamda popülistin politik etiği de yoktur.
Popülizm, politika kavramını çarpıtarak, politikayı tarihselliğinden ve yönetme sanatının etiğinden kopararak bir oyun düzeyine indirger.
Popülizmle mücadele etmek gerçekten zordur. Çünkü halkı manipüle etmekte ve onun nabzına göre şerbet vermekte pek mahirdir.
Bu söylemler nasıl kırılır?
Popülizm nasıl aşılır?
Muhalefetin bu açıdan bir politika ürettiğini göremiyoruz.
Popülist politikalarla popülizme karşı politikalar üretilemez.
Demek ki öncelikle muhalefetin kendisi popülizmden kopmalıdır. (HŞ/TP)