“Biz bunları apolitik bilirdik!” “Bu apolitik dediğimiz gençler bizi şaşırttı!” Gezi olaylarının ilk günlerinde pek çok yorumcu bu cümleler ile şaşırıyordu olup bitene. Bu “apolitiklik-politiklik” meselesine sadece köşe yazarları değil, katılımcıların kendileri de dokundu; direnişin erken safhalarında, sosyal medyada katılımcıların arasındaki tartışmalarda “biz politik değiliz aslında” şeklinde bir söylemi farketmiş olabilirsiniz. Bunun yanında sadece katılımcıların değil, olan bitenin niteliği hakkında da “bunlar aslında politik hareketler değil, sosyal hareketler” tarzı yorumlar yapıldı.
Öncelikle birden çok jenerasyonu kapsayan, oldukça heterojen bir grup insanı tanımı yapılmamış, içi doldurulmamış bir kelime ile (burada “apolitik”) nitelendirmenin sorunlu olduğu malum. Fakat “apolitik” kelimesinin bu bol keseden ve şevkle kullanımının, bir yandan “politik” olmanın algılanması ve tahayyülü ile de alakalı olduğu açık; “politik” olmak nasıl bir şey ki, bir dolu insan kendini ya da başkalarını bu derece rahat bir şekilde “apolitik” olarak nitelendiriyor? Bununla beraber, olan biteni “apolitik gençler politik oldu” olarak yorumlamak ne kadar açıklayıcı?
Bu söylemler hem politik olanın nasıl algılandığının altını çizdiği için, hem de tam bu sebeple gerçekleşmekte olanların politik olarak dönüştürme ve eleştiri kapasitesinin üstünü örttüğü için önemli. Gezi Parkı direnişi ile ortaya koyulan sadece siyasi sisteme yöneltilmiş bir takım istekler değil, aynı zamanda katılımcıların politik olmanın ne olduğunu ve politikanın pratiklerini yeniden tanımlamaları. Bu sayede olanlar Türkiye’de siyasetin niteliğini etkileme ve politik kültürde bir kırılma yaratma potansiyelini içeriyor. Bu, mahalle parklarında gerçekleşmekte olan forumlardan, yeryüzü iftarlarından sonra iyice açığa çıkmış olsa da, aslında direnişin en başından beri böyle. Yani olan, “apolitik” bir grubun “politik” olması değil, politika anlayışı belli biçimlerde şekillenmiş grupların farklı katılım şekillerini ve bunların dilini yaratması, bunlarla aşina olması, sesini farklı şekillerde çıkarmayı öğrenmesi ve belki de bu şekilde yeni vatandaşlık pratikleri ve tanımları geliştirme şansına kavuşması. Bu duruma “önceden apolitik olan bir grup politik oldu” diye bakmak, hem politik olanı hem de apolitik olanı sanki tanımlanmış ve üzerinde anlaşılmış gibi aldığı için, genelgeçer anlayışlar ile sınırlandırıyor ve olan bitenin üstünü kapatıp muğlaklaştırıyor.
Bireylerin “politik” olandan ne anladığı, kendileri ile “politik” olanın ilişkisini nasıl tahayyül ettikleri, kendilerine politik olarak ne gibi bir rol biçtikleri, tüm bunlara karşı ne hissettikleri ve bunlarla bağlantılı olarak nasıl davrandıkları ya da davranmadıkları gündelik pratikler ve söylemler içinde öğrenilen ve pekiştirilen olgular. Bu anlamda bunlar diğer gündelik pratikler ve söylemler gibi tarihsel; farklı olayların, kuşakların deneyimlerini yansıtıyor, tortularını taşıyor, hem yerel hem küresel dinamiklerden etkileniyor ve oldukça yavaş değişiyorlar. Fakat bunların değişkenliğini gözardı etmek hatalı olur1. Bu olguların hem kurumsal ve yapısal, mesela içinde bulunulan siyasi sistemin şekli, kuralları, sağladığı imkanlar; hem de eğitim seviyesi, ekonomik durum vs. gibi bireysel faktörler tarafından etkilendiği açık. Bireylerin, farklı grupların “politik” olan ile ilişkisini anlamaya çalışırken hem bu faktörleri ve bunların nasıl değiştiğini aklımızda tutmamız hem de büyük, travmatik sosyal olayların da bunları sarsma, etkileme potansiyeli olduğunu hatırlamamız lazım.
Burada 2006 yılında İstanbul’da, çoğunluğu 1973-1985 arasında doğmuş, üniversite mezunu üst ve üst-orta sınıf profesyoneller ile görüşerek yaptığım araştırmadan yola çıkarak bir iki noktaya değinmek istiyorum2. Gezi parkı direnişi ile sokaklara dökülen nispeten genç, eğitimli, seküler kitlenin, en azından direnişlerin başlangıcına kadar, “politika”yı kendilerine uzak bir olgu olarak tahayyül ettiğini söyleyebiliriz. Politikaya olan bu mesafenin birbiri ile bağlantılı iki yüzü var; birincisi politikanın nereye ait olduğunun tanımı ile ikincisi politikanın bu topraklarda vücut bulma, ortaya koyulma şekilleri, yani pratiği ve bunların nasıl tahayyül edildiği ile ilgili. Öncelikle Türkiye’de hem siyaset üzerine yazan çizenler, ki buna köşe yazarları kadar akademisyenler de dahil, hem politikacılar, hem de halk arasında politik olan devletle ve devletin kurumları ile ilişkili olan (ve bunlara yönelik aktiviteler içinde bulunan) olarak algılanıyor ağırlıklı olarak. Bu politik olmanın (liberal demokrasi teorisi ile sıkı ilişki içinde) çok dar bir kullanımı. İkinci olarak, politika bir takım bıyıklı amcalar tarafından, son derece ataerkil bir dille; akıl, mantık, diyalog, hak ve hukuğa dayanarak değil de hile, hurda, yolsuzluk ve nepotizm ile; azınlıkları koruyarak vatandaşlar için daha iyi bir hayat ortaya kurmak amacı ile değil de kendinin ve yandaşlarının ceplerini doldurmak amaçlı yapılan ilişkiler ve aktiviteler ağı olarak görülüyor. Böylelikle “politika” herkesin hayatına dokunmasına rağmen, uzaklarda, bir takım resmi kurumların içinde gerçekleşen, pisliğinden ötürü de mümkünse bulaşılmak istenmeyen, uzak kalması makbul bir olgu olarak düşünülüyor. Araştırmamda bu, katılımcıların “politika” kelimesine karşı son derece tepkili olmaları ile çok net bir şekilde gözüküyordu.
Siyasetin kurumlarına, liberal demokrasinin kurumsallaşmış sekline karşı olan mesafe (ve bununla beraber memnuniyetsizlik ve güvensizlik) sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil, uzun süreden beri gelişmekte olan global bir olgu. Hem gelişmiş demokrasilerde hem de gelişmekte olan ülkelerde yerleşik kurumlara ve bu kurumlarda ve devlette çalışmakta olan profesyonel politikacı sınıfına karşı hissedilen, gittikçe artan bir güvensizlik var. Bunun liberal demokrasinin yavaş işleyen kurumlarının ve katılımı ağırlıklı olarak dört senede bir gerçekleşen seçimlere dayandıran temsili mekanizmalarının, eğitim düzeyleri gittikçe artan, gelişen teknoloji sayesinde farklı konulardan haberdar olan, ilgi alanları farklılaşan bireylerin taleplerini seslendirmekte ve karşılamakta yetersiz kalmasından kaynaklandığı söylenebilir.
Fakat bu “politik” olana karşı hissedilen mesafenin sadece bir yüzü. Bu mesafenin bir de ikinci yüzü, yani bir pratik olarak politikanın vücut bulma şeklinden dolayı hissedilen mesafe var. Seküler yeni orta sınıflar özelinde zaten varolan böyle bir mesafenin, AKP hükümetinin katlanarak otoriterleşmesi, bu otoriterleşmenin kurumları şekillendirme kadar özel hayata müdahale ve baskı şeklinde de kendini ortaya koyması, Türkiye’de alışılagelmiş yolsuzluk ve keyfiliğin neoliberalleşme sürecinde daha da göze batar olması ile artmış olduğu söylenilebilir. 1980 sonrası Türkiye, Özal ile başlayan neoliberalleşme politikaları ile küresel markete entegre olurken ciddi bir sınıfsal değişime sahne oldu. Küresel piyasaya eklemlenen kentlerde, özellikle İstanbul’da, bu ekonomik süreçlerin yol açtığı değişimden dolayı ortaya dünya piyasası ile içiçe yeni orta sınıflar çıktı. Bu yeni seküler orta sınıflar 1980 sonrasının örgütlülükten arındırılmış ortamında kendilerini mesleki kimlikleri ve yaşam tarzları üzerinden tanımladılar. Benim araştırmamda gördüğüm, üniversite mezunu, orta ve orta-üst sınıf profesyoneller arasında en güçlü dile getirilen kimliklerin uzmanlaşmanın, profesyonel gelişim ve yeteneklerin altını çizen mesleki kimlikler olduğu idi. Bu gruplar için artan eğitim düzeyi ve küresel entegrasyon ile liberal demokrasi beklentilerinin arttığı da söylenilebilir. Kendini böyle tanımlayan ve zaten AKP’ye (en iyi ihtimalle) temkinli yaklaşan seküler orta sınıflar için, başbakan Erdoğan’da en kristalize halini sergileyen fakat farklı mevkilerde uzun zamandır görülebilen “ben her şeyi sizden daha iyi bilirim” “ben yaptım oldu” türevli bir yaklaşım ve söylem, “kabadayılık” hali, kadrolaşma süreçlerinde uzmanlaşma, bilgi birikimi ve deneyimi es geçme eğilimi son derece yabancılaştırıcı ve uzaklaştırıcı. Bu anlamda “politik” olandan uzak durma isteği, politik olan ile ilişkilendirilen bu pratiklerden uzak durma isteği de bir yandan.
Bu konuda söylenecek bir iki şey var. Öncelikle, zaten açıkça ortada olsa da, netleştirmek açısından belki de altını çizmekte yarar var: devlet ve devletin kurumları olarak algılanan politika ve buralarla ilişkilendirilen pratiklere mesafeli olmak ile apolitik olmak aynı şey değil. “Apolitik” yukarıda değindiğim bağlamlarda ne olarak kullanılıyor çok açık değil; kastedilen siyaseti ilgilendiren konulara karşı ilgisiz ya da bilgisiz olmak mı? Yoksa varolan örgütlü yapılar içinde bulunmamak, verili yollar ile politik sisteme katılmamak mı? Siyaset bilimi literatüründe apolitik (apathetical) sadece politik katılımı düşük olan kişi olarak değil, aynı zamanda toplumsal konular hakkında ilgisiz ve hatta bilgisiz kişi olarak tanımlanır. Politik katılımın ve örgütlülüğün çeşitli şekilleriyle düşük olmasını açıklayabilecek (yukarıda değindiğim yapısal, bireysel) bir dolu faktör olabilir - yani katılım ve örgütlülük düşüklüğü otomatik olarak ilgisizliğin ve aldırmazlığın işareti değildir. Benim araştırmamda genç profesyoneller ile görüşürken gördüğüm, ilgisizlik, ya da aldırmazlık değil; mesafe, kızgınlık, bıkkınlık, ne yapacağını bilememe hali, ve en önemlisi “bir şey yapsam da farketmez zaten” hissiyatı yani bir yeterlilik eksikliği ve yoğun bir sinizm idi. 80 darbesi sonrasının sessizleştirilmiş siyasi ortamında büyümüş bu insanlar, hem kendilerini varolan örgütlere uzak hissediyorlar, hem alternatif bir şekilde başkaları ile bir araya nasıl gelebileceklerinden emin olamıyorlar, hem de bir araya gelseler bile bir şeyleri değiştirebileceklerine inanmıyorlardı. Vatandaşlık anlayışları ve söylemleri 80 sonrasının neoliberal ortamının bireyciliği ve Kemalizm üzerinden şekillenmişti; şöyle ki, bir şeyler yapmak istiyorlar fakat bunu ancak bireysel şekillerde dile getirebiliyorlardı. Yani iyi bir vatandaş olmak “işini en iyi şekilde yapmak,” “dürüstçe, çok çalışmak,” “vergi vermek” gibi son derece bireysel ve (oy vermek dışında - ki onun da çok bireysel bir aktivite olduğu söylenilebilir) genelde ekonomik aktiviteler ile anlatılıyor; kolektif olan, başkaları ile bir şeyler yapmayı, katılımı gerektiren yöntemler genel olarak dile getirilmiyordu. Bu durumda bu insanları apolitik olarak tanımlamanın zaten yanlış olduğu söylenilebilir; fakat kolektifin değil bireyselliğin altını çizen, sinizmi bol bir politik duruş idi gördüğümüz.
İkinci olarak eklenmesi gereken de, politik olmayı tahayyül etmenin de pratiğe dökmenin de tek yolunun kurumsallaşmış yapılardan, devletten geçmediği. Bu yapıların modern politik sistemler için temel olduğuna, geniş çaplı değişimler için ulaşılması zorunlu olduklarına, halk hareketlerinin örgütlenerek bu yapıları etkilemek durumunda olduklarına şüphe yok. Fakat politik olanı sadece bunlarla ilişkili olarak görmek olan bitenin potansiyelinin üstünü örtüyor. Asıl derdi devlet olan liberal demokrasi tahayyülleri ve politikayı devlete yönelik ya da devlet eliyle yapılan ve güç üzerinden tanımlayan Weberci anlayışlar yanında, hem teoride politik olmayı kurmanın, hem de pratikte politik olmanın farklı şekilleri var. Bizim Gezi Parkı direnişi ile kamusal mekanlarda gördüğümüz tam da bu alternatif politik olma biçimlerinin yaygınlaşması ve bu pratikler üzerinden birey, topluluklar ve devletin arasındaki ilişkinin yeniden inşası ve anlamlandırılması.
Burada belki de siyaset teoricisi Hannah Arendt’i hatırlamakta fayda var. Politikanın ve gücün Weberci tanımlarına karşı Arendt, Batının modernite sürecinde kaybolmuş olduğunu düşündüğü “politik” olanı bulmak için devlete değil de bireylerin bir araya geldikleri, bir arada hareket ettikleri durumlara, sivil topluma bakar. Politik olan bu bir araya gelme ve konuşma hali üzerinden tanımlanır; yani sonuç ya da kurumların şekli ile değil, süreç ile ilgilidir. Bir pratik olarak, toplumsal değerler hakkında konuşmayı içerir; şiddet değil tartışma ve ikna içerir. Katılım olmadan, başkaları ile bir araya gelinmeden, yani çokluk (plurality) olmadan politika olmaz. Böyle bir politika performatiftir, bir yandan başkaları ile beraber olmayı gerektirirken bir yandan da bireysellik ve yaratıcılık içerir; bireyin kendini ortaya koyma imkanını sağlar; yeni başlangıçlar ve özgürlük fırsatını barındırır Arendt’e göre.
Bu çerçeveden bakarsak direnişin başından beri sokaklara çıkmış, sloganlar atmış, şarkılar söylemiş, forumlara gitmiş, başkaları ile bir araya gelip ne yapacağını nasıl yapacağını ne düşündüğünü tartışmış, şiddetsizlikte ısrar etmiş insanların tam da böyle performatif bir politika pratiği içine girmiş olduklarını görürüz; belki de Arendt burada olsaydı kendilerini ilk defa bir arada bulmuş insanların alanlarda yarattığı, hep beraber ağzımız açık tanık olduğumuz yaratıcılık patlamasına şaşırmazdı. Bu, böyle bir pratiği olmayan insanlar için çok önemli, hatta sarsıcı olan ve bu yüzden politik kültürde bir kırılma yaratması da muhtemel bir deneyim. Daha önce başkaları ile beraber ne yapacağını bilemeyen bireyler neredeyse bir anda kendilerini direnişin ortasında belki eskiden hayal bile edemedikleri şekillerde, akıllarına gelmeyecek insanlarla beraber buldular; o güne kadar denemedikleri şeyleri denediler ve denemeye devam ediyorlar. Bu durumda sadece politik anlamda yeni pratikler ve beceriler edinmiyorlar; aynı zamanda kendilerini farklı bir birey olarak tahayyül etme fırsatını buluyor, bu yeni pratikler üzerinden yeni bir dil, yani yeni bir adlandırma pratiği yaratıyorlar. Bu deneyimlerin dersleri, getirileri, tortuları sadece katılımcılara değil onların çevresindekilere ve sonraki jenerasyonlara da aktarılacak ve bu şekilde daha geniş bir grubun dünyayı anlama şekillerini etkileyecektir.
Bu bağlamda Gezi parkı direnişinin mekan ile olan ilişkisi, yani direnişin hem bir kamusal mekanı savunmak için bu kamusal mekanda ve çevresinde neredeyse meydan muharebesi gibi gerçekleşmiş olması, hem de direnişin temel meselelerinden birinin neoliberalleşmeye - yani kamusal olanın satılarak, özelleştirilerek, mütenalaştırılarak kamusal niteliğini kaybetmesine, piyasa değerlerinin başka bütün alanları kapsıyor hale gelişine - karşı bir duruş olması bu direnişin politik olan ile bağlantısının da altını çiziyor. Kamusal mekanları savunmak, kamusal olanı geri almaya çalışmak, bir yandan da bu alternatif politik varoluşları savunma, siyasetin insana ait olan, katılımcı yanını vurgulama işlevini görüyor. Kamusal mekan olmadan çokluğa dayalı böyle bir politika mümkün olmuyor çünkü. Parkları yok etmek, yollara konulan masaları yoketmek, bir saatten sonra arkadaşlar ile beraber toplanıp bir yerlerde bir şey içmeyi yok etmek, aslında sosyal olanı ve sosyalleşmeyi sınırlarken, Arendtvari bir bakış açısından bakacak olursak, politik olanı da tehdit etmektir. Kamusal olanı geri almaya çalışmak, insanların bir araya gelebileceği mekanları korumak, politik olanı da yeniden yaratmak için fırsat yaratmaktır. (TDE/HK)
Notlar:
1- Yukarıda değindiğim “politik kültür” kavramı siyaset bilimi literatüründe aslen bu olgular grubunu anlatmak için kullanılıyor. Ben de bu konuyu düşünürken oldukça tartışmalı ve sorunlu bir tarihçesi olan bu kavramdan yola çıktım. Burada “politik kültür”ü bir grubun değişmez, herkesin paylaştığı ve anladığı, total bir “kültür” olarak değil, anlamlandırma pratikleri olarak alıyorum. Yani politik kültürü çalışmak bireylerin pratiklerine, pratiklerin dil ve semboller yolu ile anlamlandırılmasına, ve bu ikisinin birbiri ile olan ilişkisine bakmayı gerektiriyor. Politik kültür tartışmalarının iyi bir özeti ve anlamlandırma pratiği olarak politik kültürün tartışması için bakınız: Lisa Wedeen, Conceptualizing Culture: Possibilities for Political Science. The American Political Science Review, Vol. 96, No. 4 (Dec., 2002), pp. 713-728.
2- Gezi parkı direnişinin özellikle ilk günlerinde itici gücünün oldukça genç ve eğitimli, şehirli bir grup olduğu malum. Fakat bu grubu sadece üniversiteliler olarak görmek hatalı olur - mesela Konda’nın yaptığı Gezi Parkı araştırmasında gözüken yaş ortalaması 28 (Araştırma için bakınız). Benim de Gezi’de ve çevresinde gözlemlediğim, katılımcıların 16-40’lık, yani nispeten genç, fakat sadece öğrencilerden değil profesyonellerden de oluşan, eğitimli bir kitle oldukları idi. Bu kitleyi homojen bir bütün olarak göremeyiz; özellikle bu bağlamda 90‘larda doğmuş olanların 80’lerde büyümüş olanlara göre oldukça farklı bir atmosferde büyüdüklerini hesaba katmak lazım. Fakat söz konusu “politik” olana mesafe olunca ben gezi direnişinin farklı kuşaklarının tutumlarının birbirlerine benzediğini düşünüyorum.
*Fotoğraf: Ali Öz