Fotoğraf: Bron/Broen
İflâh olmaz bir polisiyeciyim ben, sanırsın dünyanın “kraym”ı benden sorulur. Dedektif romanlarıyla başlayan bu ilgi zamanla filmlere, dizilere doğru yayıldı haliyle. Bilirsiniz, dedektif romanları suçtan ziyade gizemle ilgilenir. Suç, bulmacanın parçalarının toplamıdır. Romanın başında darmadağın durumdaki yapboz parçaları roman boyunca usta dedektif tarafından özenle derlenir, toplanır, yerlerine yerleştirilir ve bulmaca çözülür. Mandel[1], dedektif romanı sanatının “muammanın çözümüne ucuz hilelere başvurmadan ulaşmak” olduğunu söyler. İpuçları tamamen ortada olmalı, okuyucu katilin kimliğini öğrendiğinde şaşırmalı ama kuralına göre oynamaya da gölge düşmemelidir.
Dedektiflerin yavaş yavaş ortalıktan silinip işin içine polisin girmesi ise başka bir toplumsal dönüşümün sonucu oluyor; suçun nicel artışının getirdiği nitel bir dönüşüm yani. Örgütlü suçun egemen olmaya başlaması salon dedektif romanının çanına ot tıkıyor ve polisiye romanda ilk büyük devrim tam da bu şekilde gerçekleşiyor. Ne de olsa Hercule Poirot’un mafyaya karşı tek başına mücadele etmesi maksadını aşan bir durum olurdu, değil mi? İşte polisin, organize suçun, devasa şirketlerin ve de idealist polislerin girdiği bu noktayı kendi adıma “geliyor gönlümün efendisi” olarak tanımlamak isterim izninizle.
Bir ara başka türde kitaplar okurken dahi ‘sevgiliye kavuşma arzusu muadili bir aşkla’ elimdeki kitap biter bitmez yeni bir polisiye romana başlama arzusu taşıdığımı fark edince “yav niye bu kadar çok polisiye okuyorum/izliyorum ben?” diye sordum kendi kendime. Bu soruya yanıt bulabilmek için de okudum yani eser miktarda. Zilyon çeşit açıklaması var bunun, inanmayacaksınız ama akademik düzeyde bile çalışılmış konu. Kafama yatan bir açıklama şöyle: Kaygı düzeyi yüksek insanların polisiyeye meyli var çünkü “bir suç işlendiğinde, o suçun failinin muhakkak bulunacağına ve cezasını çekeceğine dair” anlatılar, “hayatın adil olmadığı” fikrine ve bunun yol açtığı kaygıya iyi geliyor. Bana göre sağlam bir argüman bu, dedektif/polisiye romanı aslında bir mutlu son diyarıdır çünkü. Suçlu daima yakalanır. Adalet daima yerini bulur. Hatta yanılmıyorsam “düzen restorasyonu” gibi afili bir adı da vardı bu durumun. Kısacası bu tür, temelde “yatıştırıcı”, kaygılarımızı giderici bir tür.
Forbrydelsen
Pandemiyi bahane edip İzlanda’dan Avustralya’ya kadar mevcut polisiyelerin çoğunu izledim. Evvelden Behzat Amirim polisiyede gözümün bebeği idi ama pandemi günlerinde kadın amirlerin başı çektiği diziler kaliteleri ile tozu dumana katarak mevcut polisiye listeme zirveden giriş yaptılar. “Bron/Broen” ve “Forbrydelsen” isimli diziler Nordic Noir’in yani Kuzey ülkeleri polisiyesinin şahane örnekleri olarak eş birincilikle taçlandırdı günlerimi. Saga Noren ve Sarah Lund amirlerim alaşağı ettiler Behzat amirimi. Kadın amirler rocks[2] ve bu kesinlikle son kararım.
Kadın amirlerden bir kuple mırıldanmak isterim izninizle. Bu dalda İskandinavlar ile İngilizleri eşbaşkan ilan ediyorum gönül rahatlığıyla. İskandinavlar müthiş de onlar içinde de Danimarka bir süperstar bence. Yedi düvelin polisiyesini izledim, Danimarkalılar kadar gözü karasını görmedim. Mesela, Amerikan polisiyesinde çok zorda kalmadıkça çocuk öldürmezler, öldürürlerse de olayı göstermezler. Bu Danimarkalı kardeşler daha ilk bölümden ellerinde tırpan, pala (Allah ne verdiyse kabilinden) çoluk çocuk, yaşlı, genç kim gelirse indiriveriyorlar tereddütsüz. Daha bismillah diziye yeni başlarken öküz oturuyor insanın böğrüne. Şehir merkezinde güneşsizlikten mütevellit gündüz bile kaskatı geziyor insancıklar, kırsalda ise evler birbirinden kilometrelerce uzakta. Dış kapıyı niye açık bırakıyorsunuz Dan kardeşlerim. Gitme ormana gece yarısı, sabaha gider bakarsın, ölür müsün! Evet ölüyorsun işte. Doktora tezim için Dünya Değerler Atlası’nın güven endeksini çok okumuşluğum var, dünyada en çok güvenen insanlar bu İskandinavlar zaten. Her şeye herkese güveniyorlar... Biz mi? Biz listenin en sonlarındayız doğal olarak. Bence o coğrafyanın mayasında var gerilim, çocukluğumuzda bizi vicdan çukuruna gömüp üzerimize keyifle toprak atan Andersen Masalları ile (Kibritçi Kız, Kurşun Asker, Çirkin Ördek Yavrusu vb.) yaptıkları zulüm yetmezmiş gibi en verimli çağımıza, ellili yaşlarımıza da musallat oldular.
The Chestnut Man
Danimarka Yapımı “The Chestnut Man” türünün iyi örneklerinden. Altı bölüm boyunca tüm kusurlu profilleri, hasarlı polisleri ile polisiyenin, gerilimin ritmini hiç düşürmeden, Danimarka polisinin halay pozisyonu alıp tam kadro böğrümüze oturmasının dayanılmaz çaresizliğini yaşıyoruz izlerken. Yapmışlar insanlar polisiyeyi, tebrik ediyorum bütün Dan abi ve ablalarımı. Büyüksünüz!
Happy Valley
İskandinavlarla sadece İngilizler rekabet edebilir bence. Yani yenemezler ama ölümüne kapışırlar, net. Örnek mi? Yorkshire Polis Teşkilâtından Catherine Cawood amirimin oynadığı "Happy Valley" dizisi pandemide kraym listeme 1 numaradan giriş yaptı. İlk sezonu o kadar beğendim ki 'izlersem bitecek' diye 2. sezona başlayamadım birkaç hafta. İyi bir polisiyede aradığım ilk şart amirin hasarlı/kusurlu bir kişiliği olması. Mesleği onca suç, ölüm, intihar, cinayet, yalan olan biri hasar almadan hayata devam edemez gibi gelir bana çünkü. İyi polisiye gerçek polislerle olur en çok. Sizden hasarlı olmasın Behzat amirim de öyleydi, Sarah amirim de öyle. İşte, sörcın (aka.sergeant) Catherine amirim de İngiltere taşrasından yükselen bir güneş gibi parlıyor dizide, gerçeğin sadece gerçeği taklit ederek gerçeklik kazanabildiği şu yalan dünyada sahiciliğin kitabını yazıyor kendi kadar kusurlu ailesiyle. Oyunculuk birinci sınıf, senaryo sürükleyici, karakterler Dostoyevski karakterleri gibi, yazan da yöneten de kadın, suç mahalli Yorkshire taşrası, hava puslu. Daha ne ister bu biçare gönül, yeme de yanında yat böyle kraymın.
Unforgotten
Elim değmişken, kraym önerilerime “Unforgotten” dizisini de eklemeliyim. Suç konulu diziler içinde belki de en sevdiğim tür yıllar önce işlenen ama faili henüz bulunamamış, çözülememiş suç davalarını konu alan “cold case” türüdür; CNBC-E’de eskiden bir Amerikan dizisi vardı, adı da tam olarak Cold Case idi. Başrolde oynayan kadın her bölüm en az 20-30 yıl önce işlenen cinayetleri çözerdi ve her bölümün finalinde çoktan ölmüş olan kurban kalabalıklar başıyla teşekkür ederdi kadına. Benim her seferinde gözüm dolardı o vasat dizinin finalinde adalet nihayet yerini buldu diye. Neyse dönelim dizimize, İngilizlerin polislik rütbeleri hepten ayrı hikâye, öyle karışık ki, kim kimden aşağıda, kim kime beş basar anlamak zor. Bu dizide de DCI (detective chief inspector) Cassie Stuart ablamız öyle yaman, öyle hassas ve öyle inatçı ki, ortağı babacan Sunny (abimiz DS, yani detective sergeant, rütbe olarak altında Cassie’nin) ile birlikte beni heyecanlara, üzüntülere, sevinçlere, mutluluklara gark ettiler izlerken. İngilizler biliyor annem bu işi. Olayları örüm örüm örüyor, bir an bile şüpheyle kaşımızı kaldırtmadan da çözüyorlar.
Delhi Crime
Kadın amirlerden kıyın kıyın ilerlerken "Yav bi'de Hint Polisiyesi izleyeyim" dedim. Dedim demesine de izlerken dağıldım ruhen. Meğer ünlü "Nirbhaya Davası" imiş konusu, nerden bileyim! Hatırlarsınız, 2012 yılında, Hindistan'da seyir halinde bir otobüste genç bir kadın otobüsteki tüm erkekler tarafından toplu tecavüze uğramış, demir çubukla işkence edilmiş, sonra da ölsün diye otobüsten atılmıştı. Tüm dünya ve Hindistan ayağa kalkmıştı. Günlerce CNN'de, BBC'de Hindistan’daki protestolar gündeme gelmişti. İşte tecavüz faili olan o altı insan müsveddesinin yakalandığı ilk haftayı anlatıyor dizi. İdam cezası aldıklarını ama verilen cezanın yıllardır infaz edilmediğini biliyordum (Not: pandemi sırasında asıldıklarını öğrendim). İşte o davanın dizisiymiş meğer Delhi Crime. Ben ki en vahşi, en sert filmleri, hatta belgeselleri tek oturuşta izleyecek sakatata sahibim çok şükür. Olmadı yahu, kaldıramadım bu yükü... Diziyi izlerken dişlerim ağrıdı sıkmaktan…
Şunu öteden beri söyler dururum; bir coğrafyada eğer "sistem" yoksa onun yerine bu koca boşluğu hep "iyi insanlar" sırtlanır. Tanıdık geldi değil mi? Güzel, çok güzel yapmışlar diziyi. Tüm zamanların en sıra dışı polis timi var karşınızda. Suçlular yakalanıncaya kadar evine gidemeyip karakolda yerde yatan memurlar, karakol bütçesi elvermediğinden habire kesilen elektrikler, elektriği açtırmak için rica minnet başka kalemden yapılan ödemeler, ot çekip kafa 1500 trafik çevirme yapan polisler, duvarları ayakkabı izi dolu Vasant Vihar Karakolu, tecavüz edilen kızın yüzündeki izleri çekmek için anca bir "düğün fotoğrafçısı" bulabilen karakol müdürü, hastane sahnelerinde arka planda görülen bir kişilik sedyeleri paylaşan Hintliler, türlü çakallıklar, tuktuk’lar, Naksalitler, çöpler, her daim yozlaşmış merkezi hükümet yetkilileri, yalanlar vs vs… Ama dedim ya, sistem yoksa tüm yük iyi insanların omuzlarına biner. Bu dizide iş Vartika (yine bir kadın amir), Bhupendra, Kumar, Sudhir, Vimla ve Neeti gibilerine düşüyor...
Kadın amirlerle başladığım bu yazıyı en sevdiğim erkek amirle sonlandırmak isterim izninizle. Behzat Ç. bizim en iyi polisiyemizdir kanımca. Daha iyi bir yerli polisiyeye rastlamadım henüz. 100 küsur bölüm boyunca elimde bira, kucağımda atıştırmalıklar soluksuz izledim Behzat amirimi, Harun’u, Hayalet’i, Akbaba’yı ve Eda’yı. Bir polisiye nadiren sadece bir polisiyedir. Hatta daha da ileri gidiyorum, bir ülkenin insanı ve kültürü hakkında fikir sahibi olmak için muhakkak polisiyesini izleyin diyorum. Tek örnek verip geçeyim, Behzat amirim her bölümde kıran kırana sürdürdüğü, ekibindeki erkeklerle canını dişine takıp çözdüğü tüm suçlarda Eda’yı hiç sokmadı mesela emniyet binası dışındaki işlere. Bir kere bile görmedik Eda’yı sıcak çatışmada. İş çıkışı gidilen meyhaneye zorunlu oldukları birkaç sefer dışında sokmadılar Eda’yı. Niye mi? Sadece kadın diye elbette.
Demem o ki, benim polisiyemde kadın emniyet binası dışına çok nadiren çıkabilirken İskandinav/İngiliz polisiyesinde kadın bir kere bile toplumsal cinsiyet batağına düşmüyor işte. Sarah amirim koca binaya katili yakalamak için silahsız daldığında ya da Catherine amirim tek başına girdiği metruk binada katilden ölesiye dayak yediğinde kadın amirlerin ortakları, diğer erkek polisler “elinin hamuruyla katil yakalayan” bu kadınlara bir kere bile şaşırmıyorlar. Gece yarısı alkollü bir şekilde tenha sokaklarda yürürken tecavüze uğrayan kadına kimse suçlu muamelesi yapmıyor.
Hint polisiyesine gelince işler değişiyor ama, daha tanıdık, daha bildik hale geliyor. Sadece toplumsal cinsiyet konusunda da değil üstelik. Merkezi devletten yeterli ödenek gelmediği için kitabına uydurarak başka ödenekten ihtiyaçları karşılıyor sonra da bütçeyi denkleştireceğiz diye derde düşüyorlar örneğin. Hukukun üstünlüğüne inandıklarını her resmî açıklamada söyleyip sonra başka çare göremedikleri her durumda kendi hukuklarını uyguluyorlar. Behzat amirim de bölümler boyu sorguya çektiği her adama tekme tokat girişiyordu hatırlarsınız.
Bir polisiye nadiren “sadece” bir polisiyedir. Suç işleyenlerin cezasını çektiği, adaletin daima yerini bulduğu günleri hasretle beklemeye devam. Düzen restorasyonunuz bol olsun… (AA/AS)
[1] Polisiye romanın toplumsal tarihini merak edenlere Yazın Yayıncılık’tan çıkan Ernest Mandel- Hoş Cinayet (çeviri: N. Saraçoğulu) kitabını öneririm. Ancak, uyarmalıyım, kitaptaki basım hataları okuyucuyu bezdirecek kadar çok. Keşke daha hatasız bir basım yapabilseler.
[2] Bu yazıda geçen diziler; Bron/Broen-İsveç ve Danimarka Ortak Yapımı-2011-2018; Forbrydelsen- Danimarka Yapımı-2007-2012; Delhi Crime-Hint Yapımı-2019; Happy Valley- İngiliz Yapımı-2014-2022; The Chestnut Man-Danimarka Yapımı-2021; Unforgotten-İngiliz Yapımı-2015