Hazır Kürşad Tüzmen lafı ODTÜ'ye getirmişken biz bir de Bülent Erkmen'in Bir+Bir'deki röportajına kulak verelim, kim var kim yok imiş buralarda iyice öğrenmek için.
Akademideki lakabı (İnce Dayı) sorulunca Erkmen, '68 hareketi sırasında "bir ay falan" süren işgalden de bahsediyor. Üniversiteyi boşaltmışlar, rektör dahil. Yani okuldan uzaklaştırma alan hocalar olmuş bu sefer. Öğrencilerin taleplerini dinlemek için yalnızca bazen kabul ediliyorlarmış. Daha ilginci ve tabloda asıl eksik olansa bugün bize inanması güç gelecek bir detay . "Polis diye bir şey yok" diyor Erkmen, "akla bile gelmiyordu."
Polisi şimdilerde hafızalardan silmek mümkün mü peki?
Her eylemin olmazsa olmazından bahsediyoruz; biber gazının, dayağın, cinayet ve tecavüze varan zorbalığın pek de meçhul olmayan failinden. Artık her kımıltı olaya, her kaldırım olay yerine dönüşmeye hazır. Plakanın il koduysa zaten uzun süredir aracı çevirmek için yeterliydi, tıpkı anadilin şiddete bahane olduğu örnekler gibi.
Üstelik şahıslara kalmayacak kadar yaygın örülmüş bir ağ var karşımızda: Parmak izi, kimlik numarası, kameralar gibi modern devlete ait biyometrik dispozitifler de görünürdeki tarafsızlığının aksine -sabıkanın hayat boyu kalacak damgasıyla toplumdan dışladığı suçlular yaratmakla kalmıyor- sicili temiz, Agamben'in iğneleyici deyişiyle "zararsız yurttaşı" da potansiyel bir suçlu olarak kodluyor. Nitekim "otoritenin gözünde hiçbir şey sıradan vatandaş kadar teröriste benzemiyor." Polis, iktidarın bütün pratiklerine sızmış durumda çoktan.
Bu noktada Ezgi Başaran'ın önemli bir yazısında bahsettiği gibi iktidardan yalnızca hükümeti/ cemaati anlamak olmaz. Polis, devletin polisi; aslına bakarsanız da devlet, bütün öteki modern modelleri gibi polis devleti. Güvenlikçi politikalar çok fazla kurban talep ediyor bizden. Şikago'da son on yılın polis takiplerinde 10 bin küsur yaralanması, 300 kadar da sivilin ölmesi şüphesiz yasaların konumlanmasıyla da ilgili.
Yalnız yine Ezgi Başaran'ın aynı yazısında yer alan örneklerde çarpıcı bir ortaklık var. Dolaylı olarak aktardığı; bakanlık, medya ya da Facebook üstünde memurlarca bizzat yorumlanmış vakalardan bahsediyor kendisi. Dolayısıyla tek bir polis'ten bahsetmek her ne kadar ilk bakışta kulağa makul gelse de belki politik gramer açısından mümkün değil. Polisliğin, polislerin, teşkilatın çevresinde kurulan söylemleri irdelemek gerekiyor meseleyi anlayabilmek için.
Mesela 80'ler sinemasına damga vuran kurgusal karakter olarak polis'ten (Aslında polisler'i kastettiğini fark etmişsinizdir, tekil kip muhtemelen güçlü bir ifade biçimi olduğu için tercih ediliyor.) bahsediyor anarşist düşünür Hakim Bey: Güçlü polisler, hırçın ve umursamaz olanları, acısıyla tatlısıyla bize benzeyen memurlar, ukala aynasızlar ve hatta "protez ve aşırı duyarlılığın ideal alaşımı Robocop" benzerleri...
Türkiye'de polisin tekrar popüler olduğu bir dönemde yaşadığımız düşünülürse bu kahramanlara ekranlarda rastlamak şaşırtıcı sayılmaz. Teşkilatın uzunca bir süre resmen şirket mantığıyla açıkhava "PR çalışmaları" yürüttüğüne tanık olduk, "Hollywood filmlerini aratmayan operasyon görüntüleriyse" ana haber bültenlerinin vazgeçilmezi.
Geçenlerde ihalesi tamamlanan yeni cop modelleri de yine halka açık bir defileyle kutlandı. Şiddet araçlarının Taksim'de sergilendiğini unutmuş falan sayılmayız. Polisler video oyunu tipi eklentilerle donatılıyor, seri numarasıyla işaretlendikten ve zırhlarına büründükten sonra gecenin- öyle ya bazen de Festus Okey'in başına geldiği gibi karakolun- karanlığında üstümüze salınıyor.
Bir yandan Behzat Ç.'nin sunduğu model, yöntemleri ve diliyle en az Jack Bauer kadar tartışmalı bir portre çiziyor; başka bir kanaldaysa ay sonunu getiremeyen memurların insanlık dramına tanık oluyoruz. Kanada'da taburların uygun adım yürüdüğü esnada komşu Yunanistan'daysa kara gömlekli neo-nazi milisler polisin nöbetini devralıyor. Bunca detayın önümüze Baudrillard'ı anımsatacak bir hipergerçeklik serdiğini düşünürsek polis'ten bahsetmenin neden güçleştiği anlaşılır: Ortalıkta polis kalmamıştır ki ve ne yazık ki Bülent Erkmen'in anlattıklarının aksine polis akıllardan bir anlığına olsun çıkmamaktadır!
İşte bütün bunları göz önüne aldıktan sonra polis'i ağza almak bizim için siyasetin yeni boyutlarını açımlayacaktır. Her şeye rağmen organizasyon şeması oldukça yoğun olan bir anlayışın ürünü bu teşkilat zira, emir copların demirini de kesebileceği için polislerin ve polisliğin tamamı koordinat düzleminde tek bir noktaya indirgenebilir. Polise rağmen değil de polise karşı eylem çağrısı bu yüzden önemli kazanımlar vaat ediyor.
Hakim Bey, "T.A.Z: Geçici Otonom Bölge" başlıklı çalışmasındaki yazısını polis imgesinin boykotu çağrısıyla sonlandırıyordu. Polis'i demode kılmak anlamında hafızalardan silerek öldürebiliriz evet, fakat bunun için belki önce onu işgal etmek gerekiyor.
Occupolice ve occuprison, birbirleriyle yakından bağlantılı iki muhalif hareket olarak yakın gelecekte öne çıkarsa bu bize diğer bütün mücadelelerde de alan yaratacaktır. Wall Street'te, İspanya'da, Almanya'da sahnelenen protesto biçimlerinin etkililiği hatırlanıldığında polise prezarvatif fırlatmak gibi yaratıcı eylemler, Jean Genet'nin şiddet ve zorbalık arasında yaptığı ayrımı belirginleştirirken politik repertuvarımızı da yeniden tartışmaya açacaktır. Eylemci imgesi de can çekişiyor zira. Cam çerçeve indirmek karşısında banka basarak içeride kutlama yapmak çok daha performatif.
İlk Kirli Harry filminin en ünlü sahnelerindendir, hatırlarsınız, polisimiz suçlu yerdeyken yanına gelir. Bütün bu kovalamacanın heyecanında altıpatlarını kaç kez ateşlediğini de unutmuştur elbette. Elinde dünyanın en güçlü silahı 44. Magnum, konuşmasını sinema tarihinin en müthiş repliklerinden biriyle sonlandırır. "Şimdi kendine tek bir soru sorman gerekiyor: Kendimi şanslı hissediyor muyum? He, hissediyor musun serseri?"
Eh, hissediyor muyuz? (DC/HK)