"Herkesin yaşam hakkı yasanın koruması altındadır. Yasanın ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın yerine getirilmesi dışında hiç kimse kasten öldürülemez.
Öldürme, aşağıdaki durumlardan birinde kuvvete başvurmanın kesin zorunluluk haline gelmesi sonucunda meydana gelmişse, bu maddenin ihlali suretiyle yapılmış sayılmaz:
a) Bir kimsenin yasadışı şiddete karşı korunması için;
b) Usulüne uygun olarak yakalamak için veya usulüne uygun olarak tutuklu bulunan bir kişinin kaçmasını önlemek için;
c) Ayaklanma veya isyanın yasaya uygun olarak bastırılması için."
Madde metninden anlaşılabileceği gibi Sözleşme, yaşama hakkını koruma altına almakla birlikte bu hakkı "mutlak" olarak kabul etmemiş; "sınırlı" ve "istisnai" koşullar altında ortadan kaldırılabileceğine vurgu yapmıştır. Maddenin 1. fıkrasının 2. cümlesinin, 1 Temmuz 2003'te yürürlüğe giren ve "ölüm cezasının her koşulda yasaklanması"nı içeren Sözleşme'ye ek 13 numaralı protokol ile geçerliliği kalmamıştır. Devletlere en başta negatif (öldürmeyeceksin!) yükümlülük yükleyen Sözleşme, özellikle idamları "her koşulda yasaklayan" bu protokol sonrasında devletlere herhangi bir "takdir hakkı" artık bırakmamaktadır.
İmzalandığı tarihte "idam cezası"nın çeşitli devletlerde varlığını bir realite olarak kabul eden ve bu durumu "yaşama hakkı"na aykırı görmeyen Sözleşme, bugün yürürlükte olan ek 13 numaralı protokol ile bu hakka verdiği yüksek önem ve değeri göstermiştir.
Ancak Sözleşme, devletlerin negatif yükümlülüklerini (öldürmeyeceksin!) yerine getirmelerini yeterli görmemektedir. Hükümetlerin idam cezasını yasaklamalarının yanı sıra; devlet adına görev yapan başta polis ve jandarma olmak üzere kamu personelinin kişileri öldürmemeleri gerekmektedir. Devlet hizmetlerinin yürütülmesi veya bir olayın bastırılması sırasında görevli personelin kişilerin "yaşama hakkı"na uygun davranmaları gerekmektedir. Bu sebeple maddenin 2. fıkrasında yer alan "sınırlı haller"de yine "yaşama hakkı"na saygı gösterilmesi zorunludur. Polis veya jandarma, "kişileri yasadışı şiddete karşı korumak", "yakalamak veya tutulan bir kişinin kaçmasını önlemek" ve "ayaklanma veya isyanın bastırılmasını sağlamak" için güç kullanırken yine kişilerin yaşama hakkını korumak zorundadır. Yani polis veya jandarma, yukarıda sayılan ve öldürmeye yasallık kazandıran istisnai koşullarda dahi gereken ölçülerden sert davranmayacak; karşıt güç ve davranışlara göre ve ona uygun bir biçimde orantılı davranacak; keyfiliğe kaçmayacak ve yaşama hakkını çiğnemeyi amaç edinmeyecektir.
Hükümetlerin idam cezasını kaldırması yeterli değildir. Eğer polis ve jandarma kişileri kasten öldürürse; bu öldürme eylemleri alışkanlık haline gelirse; savcıların ve mahkemelerin kararları sonucu bu tür cinayetler cezasız kalırsa ve nihayet bu tür cinayetlerin failleri af, zamanaşımı gibi yasal imkanlardan yararlandırılırsa artık o ülkede idamın kaldırılmış olmasının bir anlamı olmaz. Bu durumda, idamı yasalarından çıkarmış bile olsa o devletin negatif yükümlülüklerini ihlal ettiğine karar verilebilecektir. Nitekim; Türkiye'deki polis ve jandarma timleri tarafından bir dönem gerçekleştirilen infazlarla ilgili olarak "yargısız idam" değerlendirmesi yapılmıştır.
Devletlerin Sözleşme'ye uygun davranıp davranmadığını denetleyen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), bu maddeyi şikayet konusu pek çok olayda etkin bir şekilde uygulamıştır. Mahkeme bu maddenin ihlali davalarında ne yazık ki Türkiye'yi pek çok defa yargılamış; Türkiye'de polisler tarafından gerçekleştirilen öldürme fiillerini "yaşama hakkının ağır ihlali" olarak değerlendirmiştir.
Şırnak'ta meydana gelen bir olayda göstericilerin kamu binalarına taş ve sopalarla saldırması üzerine güvenlik güçleri silah kullanmış; olayda bazı göstericiler ölmüş; pek çok gösterici ise yaralanmıştır. AİHM, olayda oğlu ölen babanın başvurusunda; göstericilere karşı güç kullanılmasını 2. maddenin 2/c bendine göre "ayaklanma veya isyanın bastırılması" açısından haklı görmüşse de, "amaç ile araç arasındaki olması gereken dengenin gözetilmediğini" belirterek; "jandarmaların cop, tazyikli su veya plastik mermi kullanmak yerine silah kullanması" nedeniyle sözleşmenin ihlal edildiğine karar vermiştir. Mahkeme bu olayda hükümete bağlı güvenlik güçlerinin "orantılılık ilkesine" aykırı davrandığını tespit etmiştir. (Güleç/Türkiye 1993-1998)
AİHM, Mehmet Gül'ün öldürülmesi olayında ise "maktule otomatik tüfeklerle 55 kez ateş açılmasının" hükümetin evdekilerden gelebilecek bir saldırı ihtimali bulunduğu savunmasını ortadan kaldırdığını; polislerin eve girişte bu kadar yoğun ateş açmasının "güvenlik" sebebiyle olamayacağına hükmetmiş; sonuçta hükümeti öldürme olayından doğrudan sorumlu tutmuştur. Mahkeme olayda çocukların da oturduğu bir apartmanda, görünmeyen bir hedefe 55 kez ateş açılmasının "çok büyük bir orantısızlık" olduğunu belirlemiştir. (Gül/Türkiye 2000)
Mahkeme, Oğur/Türkiye davasında şikayetçinin oğlunun ölümüne yol açan kurşunun güvenlik güçlerine ait olduğunu belirttikten sonra; "Mahkemeye göre sözleşmenin 2. maddesi kasten öldürme yetkisi vermeyip, yalnızca güç kullanma yetkisi vermektedir, kullanılan gücün de olayda zorunluluk taşıması gerekir" diyerek "orantısız güç kullanma" nedeniyle hükümeti mahkum etmiştir. (Oğur/Türkiye 1999) Mahkeme başka bir kararında ise güvenlik güçleri ile PKK'nin çatışması sırasında sivillerin ölümü nedeniyle "operasyonun planlanması ve yürütülmesi" sebebiyle hükümeti ölüm olayından sorumlu tutmuştur. (Ergi/Türkiye 1998)
AİHM, Türkiye'yi mahkum ettiği olaylarda, "gücün kullanılmasının mutlaka zorunlu olması gerektiği", "yasadışı güce karşı orantılı ve dengeli bir güç kullanılması gerektiği", "kasten öldürme olamayacağı", "keyfi öldürmenin sözleşmenin koruması altında olmadığı" hususlarına özel dikkat çekmiştir. Mahkeme, taş ve sopalara karşı polislerin silah kullanmasını "çok büyük bir orantısızlık" olarak görmüş; bu durumu sözleşmenin "ağır şekilde ihlali" olarak mahkum etmiştir.
Son haftalarda, Polis Vazife ve Selahiyetleri Yasası (PVSY) ile İl İdaresi Yasası'nda değişiklik öngören yasa taslağı İçişleri Bakanlığı'na gönderilmiştir. Yeni yasa taslağında diğerlerinin yanı sıra en önemli ve korkutucu düzenleme, polisin bundan böyle kendisine yumruk, cop, bıçak ya da diğer kesici aletle saldıranlara karşı silah kullanabilme olanağına kavuşacak olmasıdır. Yine TBMM Adalet Komisyonu'ndan geçen Terörle Mücadele Yasası (TMY) tasarısına göre; kolluk kuvvetleri, yasadışı örgütlere yönelik operasyonlarda "teslim ol" emrine itaat etmeyen veya silah kullanmaya teşebbüs edenlere karşı, tehlikeyi etkisiz kılabilecek ölçü ve orantıda, doğrudan ve duraksamadan silah kullanabilecektir.
Mevcut Polis Vazife ve Selahiyet Yasası'nın 16. maddesinde polisin silah kullanmaya yetkili olduğu haller tek tek ve sınırlı olarak sayılmıştır. Bu maddeye rağmen polis pratikte elindeki silahı yasaya uygun kullanmadığı için AİHM'de Türkiye pek çok defa mahkum edilmiştir.
Eğer tasarı yasalaşırsa "yaşama hakkı"nın ihlali vakalarında tam bir patlama yaşanabilecektir. Zira; Türkiye'de veya dünyanın herhangi bir yerinde bir eylem sırasında, göstericilerin polise taş veya yumruk atması olağan görülmekte; deyim uygunsa artık "hoşgörü ile karşılanabilmekte"dir. Polis de bu tür davranışlara karşı kendisini kalkan, cop, gaz veya plastik mermi ile savunmaktadır. Yumruk veya taş attığı için bir göstericiye karşı silah kullanmak ve onun ölümüne yol açabilecek bir müdahalede bulunmak her şeyden önce "orantılılık ilkesi"ne aykırı olacaktır.
Bu yetkiye sahip olmayan polis veya jandarmasının davranışları nedeniyle AİHM'de defalarca mahkum olan Türkiye, eğer bu yetkiyi yeni PVSY ve TMY ile polise verirse AİHM'de daha çok mahkum olabilecektir. Böylece kişilerin "yaşama hakkı" daha fazla tehdit altında olacak ve polis daha geniş bir "öldürme yetkisi" elde etmiş olacaktır. (HA/TK)
* Hüseyin Aygün, Avukat, Tunceli Barosu