31 Mayıs 2013’te Diyarbakır’daydım. 2 Haziran’da İstanbul’a döndüm. Parkın dağıtıldığı 16 Haziran’a kadar parkta, sonrasındaysa hemen hemen tüm protestolarda sokaktaydım.
Bu süre içinde, üstelik sadece işimi yapmaya çalışırken, plastik mermi, boyalı mermi, yakın mesafeden direkt başım hedef alınarak TOMA suyu, yüze sıkılan gaz, tacize maruz kaldım. Bunlar “protestonun yan etkisi” değil, bilakis gazeteci olduğum bilinerek, işimi yaptığım bilinerek hedef seçilerek başıma gelenler.
Yanımda çalışan meslektaşlarım, benimle aynı sebepten, coplandılar, dövüldüler, gözaltına alındılar, hedef gözetilmek suretiyle gaz fişeğiyle yaralandılar, başları, kolları, kaşları, bacakları yarıldı, ara sokaklarda sıkıştırıldılar, bayılana kadar dövüldüler.
Bunları böyle yazınca benim başıma gelenler “hafif” kalıyor.
31 Mayıs 2014’teki protestoya kadar polisten yana en ufak bir yerim çizilse rapor aldım. Öyle ki bir gün kalçamdan, ertesi gün iki mememin arasından plastik mermiyle vurulduğumda doktorlar halime güldü. Ben de güldüm.
Ofiste her protesto öncesi gülerek ama kaygıyla işe “uğurlanan” benim, herhangi bir gerilimde “sana bir şey oldu mu” diye sorulan benim, “bir protestoda da başına gelmesin” denen, “polisi provoke ediyorsun, mimlendin” denen benim, hatta güvenlik eğitimi bile aldım.
Başıma gelen her “çiziği” Twitter’a yazarken, her rapor almaya gidişimde aklıma gelense şuydu: İnsanlar bu protestolarda öldürülüyor, sakat kalıyor, ufacık çizikten olay çıkarmanın anlamı ne? Ayıp değil mi?
Ben meseleyi buradan ele almak istiyorum.
Ben, haber yapmak için sokağa çıkıyorum. Görevim, mesleğimse habercilik. Bu meslek çöpçülük, seks işçiliği, memurluk da olabilirdi. Kural çok basit. Mesleğimi yapmam engellenemez. Bir sokağa girmem, bir fotoğrafı çekmem, birisiyle konuşmam engellenemez.
Yani polis bir sokağa girmemi engelliyorsa, bu “benim” hakkımın ihlalidir. Fotoğraf çekmemi engelliyorsa, bağırıyorsa, hakaret ediyorsa, itip kakıyorsa, kolumdan tutup uzaklaştırıyorsa, tehdit ediyorsa, dövüyorsa, tekmeliyorsa, çalışmamı engelliyorsa “benim” hakkımı ihlal ediyordur. Suç işliyordur. Bunun gazeteci olmamla ilgisi yok. Eğer evinize giden yol engelleniyorsa, çalıştığınız işe gitmeniz engelleniyorsa, seyahatiniz engelleniyorsa bu hak ihlalidir.
Gazeteci olmamsa bu işi daha da katmerleştiriyor.
Keza Anayasa’da, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde, Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nde ve bilimum sözleşme, anlaşmalarda korunan bir mesleğim var. Bu durumda benim uğradığım hak ihlali tüm toplumun hakkının ihlal edilmesine dönüşüyor.
Bu nedenle polis bana, işimi engellemek için bir çizik de atsa, ben bunu yazıyorum.
Ancak bu durum benim için de değişmeye başladı. Ben dahil, birçok arkadaşım yaralanmamıza rağmen çalışmaya devam ediyoruz. Daha da ötesi var olan cezasızlık zaten “Ne uğraşacağım” dedirtiyor. Bunun en basiti Gezi direnişinde yaralanan 153 gazeteciyle ilgili hiçbir soruşturma yürütülmemiş olması.
31 Mayıs’ta Fransız Kültür Merkezi’nin arkasından İstiklal’e çıkmam engellendi. Diretmem üzerine tartaklandım, sonrasında beni tartaklayan polislerden biri bana poz verdi. Ben de fotoğrafını çekip Twitter’da olayı paylaştım. Ama suç duyurusunda bulunmadım.
Sadece iki saat sonra Tünel’de bir grup gazeteci olarak polis tarafından sıkıştırıldık. Suç işlediklerini kendilerine söylememiz, geçmekte ısrar etmemize rağmen önce gazlandık, sonra darp edildik. Plastik mermi ve tekme yedim. Ama rapor almadım, suç duyurusunda bulunmadım.
Bunun üç sebebi vardı. İlki cezasızlık. İkincisi yukarıda da bahsettiğim “Milletin başına neler geliyor” refleksi. Üçüncüsü ise bir iki yakınımın “Ama sen de polisi tahrik ediyorsun” eleştirisiydi.
Olayın soğuması üzerine yeniden düşünüyorum.
Ben, biz, kimseyi tahrik etmedik. Hak talep ettik. Ama artık öyle bir ülkede yaşıyoruz ki hak talep etmek “tahrik” anlamına geliyor. Bize tokat atanlara diğer yanağımızın dönmemiz bekleniyor. Bunu yapmadığımızda, en basitinden kendi hakkımızı savunmaya kalktığımızdaysa mesleğimizden şüphe ediliyor.
“Kalkan iten gazeteci mi olur?”
Evet olur. Gazetecinin görevi ve sorumluluğu olanı halka iletmektir. Eğer bu görevi engelleniyorsa hem kendi için hem de sorumluluğu gereğince karşı koyar. Kalkanı iten gazeteci adrenalin için, fenomen olmak için, zam almak için itmez o kalkanı. Yediği sopa da bunlara değmez zaten. Gizlenenin ne olduğunu ortaya çıkarmak için iter.
31 Mayıs akşamı sadece gazetecilerden oluşan grup olarak Tünel’de sıkıştırıldığımızda İstiklal Caddesi’nde ne olduğunu göremedik, gösteremedik, yazamadık, yayınlayamadık.
İşte bu yüzden, gençlerin karanlık sokaklarda dövüldüğü ve öldürüldüğü bir ülkede gazeteci olarak benim görevim o kalkanı aşmaktır. İçinde yaşadığımız zamanda bu bir tahrik değil, sorumluluk. (EA/HK)