Üniversitede öğrenci uygulama gazetesinin rektör tarafından sansür edilmesi üzerine kampüs içinde fakülteden rektörlüğe kısa bir yürüyüş yapacaktık. Tam rektörlüğün önüne geldiğimizde ise meramımızı anlatan basın açıklamamızı okuyacaktık.
Eğitimini aldıkları alan gereği doğaldır ki işin mutfağında bulunan iletişim öğrencileri sesini yine basın aracılığıyla duyurmaya çalışacaktı. Meslekte eski ustalar “Basının kendisi sürekli haber oluyorsa o ülkede pek de tekin olmayan şeyler vardır” derler ya… Galiba öyle bir durumun içindeydik.
Neyse ki bir grup arkadaş yaptığımız çağrı yanıt bulmuş, aynı fakültede öğrenim gördüğü hâlde birbirine henüz selam vermemiş öğrenciler ellerinde pankartlar bir araya gelmeye başlamıştık ki, önce üniversitenin güvenlik şirketinin müdürü, ardından da dekan yardımcısı beliriverdi alanda. Yoksa dekan yardımcısı da işgüzar (ve bir dönem AKP’den aday adayı) bir rektör yardımcısının fakülte gazetesini sansürlemesini bizim gibi protesto etmeye mi gelmişti?
İletişim Fakültesi çatısı altında gazetecilik bölümü dışında halkla ilişkiler, radyo televizyon gibi iki alan daha bulunduğu için bizim dersimize giren bir hoca değildi dekan yardımcısı. Adını bilsek de çok tanımıyorduk kendisini. Ama ortada sosyal bir bilim dalı olan gazeteciliği reddeden, iletişim fakültesinde öğretim üyesi/görevlisi meslektaşlarını hiçe sayan, öğrencilerin ise şevkini kıran büyük bir haksızlık vardı.
Hani aklın yolu bir denir ya bazen, sahiden iletişim fakültesi dekan yardımcısının bizimle dayanışma göstermesinden daha doğal ne olabilirdi ki?.. Ama ters giden bir şeyler olduğu da kesindi. Güvenlik müdürü filan… Dekan yardımcısından ilk duyduğumuz eğer yürürsek hakkımızda işlem başlatılacağıydı.
Belki de yükseköğrenim disiplin yönetmeliğini kastetmişti, bilmiyorum. Ama arkadaşlarla otomatikman Anayasanın “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahip” olduğunu içeren 34. maddesini hatırlattık. Ama nafile bir çabaydı bu. Bir yandan polis emeklisi güvenlik müdürü, bir yandan dekan yardımcısı, tabiî bir de nasıl seçildiği malûm öğrenci komisyonu başkanı sıfatlı biri protestocu öğrencilere “yasal işlem, soruşturma” diye yüklenmeye başladı. Korkutmak, caydırmak istedikleri besbelliydi.
Anadolu’nun en doğusunda bir üniversitenin iletişim fakültesi belki de tarihinde ilk kez bir protesto eyleminin merkezinde yer alacaktı. Genç gazeteci ve gazeteci adayları daha okul sıralarında maruz kaldıkları sansüre karşı durarak gelecekte icra edecekleri mesleğin onuruna sahip çıkmanın dayanışmasını yaşayacaklardı.
Polise ihbar çoktan gitmiş meğer. Tam yürüyüşe geçeceğimiz anda karşımızda polis komiserlerini buluverdik. Daha ileride de çevik kuvvet bekliyordu. Polisin ilk sorusu “İzniniz var mı?” oldu. Yine anayasanın “önceden izin almadan…” diye başlayan hükmünü söyleyecektik ki, “Yürüyüşünüz kanunsuz” dedi.
Evet, önceden haber vermemiştik. Herhalde Anayasanın hiç kimsenin anlaması için hukukçu olmasını gerektirmeyecek kadar açık maddesi yalan söylüyor olamazdı. Demokratik hakkımızı engellemeye kim niye cüret etsindi? Üstelik araç-yaya trafiğinin nispeten az olduğu kampüsün içinde yapacaktık protesto yürüyüşümüzü. Fakülteyle rektörlük arası taş çatlasın iki kilometre.
Bir kere “kanunsuz” denmiş işte. Gazetenin sansür edilmesini unutmuş anayasal hakkımızı savunmaya başlamıştık. Üniversite-polis işbirliğini kabullenemiyorduk bir türlü. Pankartlarımız yırtılmıştı. Gerilim artıyordu. Bizi en çok öfkelendiren polis elemanlarının yürümemiz hâlinde ülkücülerin de harekete geçtiğini/geçeceğini söyleyerek tehdit etmesi olmuştu.
Konu siyasete gelince şunu bilgileri de vermem gerekir: Siyasal faaliyet yasak olduğu hâlde ülkücülerin elini kolunu sallayarak girdikleri fakülte kantinlerinde yemin törenleri düzenlemesi serbestti. Aynı üniversitede Barış Bildirisi’ne imza attığı için Edebiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi Ramazan Kurt, odası ülkücü bir grup tarafından basılarak tehdit edilecekti. Kampüste sık sık ülkücüler ile Kürt gençler arasında gerilim yaşanıyordu. Yine tanık olduğumuz olaylardan biri de Van’daki depremzedeler için yürütülen yardım kampanyasının fakültedeki standının ülkücüler tarafından dağıtılmasıydı.
Bizim yürüyüş grubunda ise farklı siyasal görüşten veya sadece haberlerinin yayımlandığı gazeteye yapılan sansürü kabul etmediği için orada bulunan insanlar vardı. Ortak ve odak noktamız basın özgürlüğü ve ifade hürriyetiydi. Eğer devletin emniyeti, salt bir basın açıklaması yapmak isteyen insanların can güvenliğini sağlayamayacaksa neden vardı?
Yürümeye yeltenince eş zamanlı olarak az ileride çevik kuvvet zincirlenerek duvar ördü. Kimliklerimiz alındı. Kargaşa arttı. Fakülteye doğru püskürtüldük. Sonradan fark ettik ki il emniyet müdür yardımcısı filan da gelmiş. Üç minibüs dolusu polis de avlunun çıkışında saklanarak gaz bombalarıyla copla bizi bekliyormuş. Biz?.. Üç-dört kişiydik artık. Çekirdek kadro yani. Ama mesela daha önce pek de sohbet olanağımızın olmadığı bir arkadaş yanımızda hakkımızı savunuyordu ihlal edenlere karşı.
Ne yapmalıydık? Toplanma hakkımız ihlal edilmiş, buna bir hocanın önayak olduğunu görmüş, polis tarafından tehdit edilmiş, pankartlarımız yırtılmış, yürüyüşçülerin büyük bir kısmı sindirilmiş, yürüyüş engellenmişti.
Avluya girişte sağda Güzel Sanatlar Fakültesi vardı. Solda Turizm ve Hukuk Fakülteleri. Tam karşıda da İletişim… Sınıflarda (dört fakülte aynı binaya sıkıştırıldığı için öyle amfiler filan yoktu) dersler polis-öğrenci tartışmasında zaten bölünmüş, millet pencerelere çıkmıştı. Aklımıza önceden hazırladığımız basın bildirisini bizim fakültenin merdivenlerinde okuma fikri doğdu. İşte oradan Fransız düşünür Alexis de Tocqueville’nin sözüyle başladım seslenmeye:
“Demokrasi olmadan sizler gerçek gazete olamazsınız; gazeteler olmaksızın sizler de demokrasiye sahip olamazsınız.”
* Rektörlük tarafından sansürlenen gazete fakülte duvarında...
Nefessiz kalmak
Bizim o gün yaşadığımız başka insanların yaşadıklarının yanında naçizane bir hikâye. Zaten o güne değin 1 Mayıslarda, Gezi direnişinde, üniversitelilerin eylemlerinde, miting meydanlarında, barışçıl hak arama günlerinde yaşananlara yaptığımız tanıklıklar hemen hepsi belleğimizde yer etmişti. Ve o devlet refleksi hiçbir zaman değişmiyordu.
Geçen hafta farklı illerden binlerce avukatı temsilen baro başkanlarının AKP’nin Meclis’e sunmaya hazırlandığı çoklu baro sistemi yasa teklifine karşı başlattığı yürüyüş, Ankara girişinde polis tarafından zorbalıkla durdurulmaya çalışıldı. Pandemi şartlarında simgesel bir yürüyüştü yaptıkları. Anlamı avukatlık mesleğinin içinin boşaltılmasına itirazdı. Seçim sistemi değiştirilmesi yoluyla baroların bir kısmını siyasi iktidar çatısı altına toplama planına karşı duruştu. Onlarca baronun savunmanın hakkına sahip çıkmak üzere yükselen sesiydi… Polis şiddetiyle karşılaşan baro başkanları oturma eylemi yaptıkları günün yağmurlu akşamını polis ablukası altında geçirdi. Ankara Belediyesi’nin gönderdiği sandalye, yiyecek, battaniye, çadır gibi temel ihtiyaç malzemeleri alana alınmadı. Yaşadıklarının yasalarda tanımlanan işkence, eziyet, kötü muamele, görevi kötüye kullanmak olduğunu yine kendileri anlattı. Ancak 27 saat sonra Ankara’ya girişlerine “izin” verildi.
Tabiî ondan önce milletvekillerinin tutuklanmasından sonra Halkların Demokratik Partisi’nin başlattığı “Darbeye Karşı Demokrasi Yürüyüşü” kentlere giriş-çıkışlar yasaklanarak ve bazı illerde polis müdahaleleriyle, gözaltılar ile yine dağıtılmak istendi.
Önceki gün ise Konya’nın Ilgın ilçesinde köylülerin tarım tarlalarının kamulaştırılarak kömür madeni yapılmasına karşı yürüyüşü kolluk gücü tarafından engellendi. Kanserden, astımdan kırılan Ilgın’da insanlar hem sağlıklı çevre hem de geçim derdi içinde. Evrim Kepenek, Devlet Su İşleri’nin su havzaları olduğu için kömür madeni çıkarılmaması uyarılarına rağmen iş makinelerinin tarlalara girdiğini anlatmış.
Aslında ceberut iktidar uygulamalarının hedefi her seferinde aynı: İnsanların hayatî taleplerinin kamuoyu tarafından duyulmasını engellemek. İnsanların haklılıklarını, mağduriyetlerini görünmez kılarak onları yalnızlaştırmak. Devlet tekelinde olan zor (şiddet) kullanma yoluyla eylemi kriminalize etmek…
Eylemin ya da yürüyüşün “kanunsuz” diye tanımlanması ilk iş. Gerisi birtakım tercihlerini haberciliğin, meslek bilgisinin, etiğinin önüne koymuş medyanın içerikleriyle zaten gelir. Konu bağlamından koparılarak insanlar düşmanlaştırılır. İtibarsızlaştırma operasyonları yapılır. İthamlarda bulunulur.
Çünkü polis hoparlöründen yükselen ses hep anıdır: Yürüyüş kanunsuz!..
Yıllar önce üniversitede yürüyüşümüz bu şekilde engellenmişti.
Ilgınlıların yürüyüşü jandarma tarafından derhal yasaklanmıştı.
Düzce’de KHK ile son verilen işini geri isteyen mimar Alev Şahin sokaktan sesini duyururken kötü muamele görüyor, gözaltılar ile sindirilmeye çalışılıyordu.
İşte asıl işi kanunlar üzerinden mahkemelerde savunma yapmak olan avukatlara da öyle demişlerdi.
Peki gerçekten kanun nerede? “Kanuna aykırı” sayılmanın dayanağı ne? İdarenin ve kolluk gücünün bir eylemin kanuna uygun olup olmadığını tespit edebilme yetkisi var mı? Anayasa, yasalar, uluslararası sözleşmeler ne diyor?
Türkiye’de toplantı ve gösteri yürüyüş hakkını konu alan bir Anayasa var, bir de 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu.
Anayasanın ilgili (34.) maddesi bu hakkın kullanılmasında yalnızca “silahsız ve saldırısız olma” şartı arıyor. 2911 sayılı Kanunun 10. maddesiyle ise “valilik veya kaymakamlığa bildirim” adı altında “izin” koşulu getirilmiş. Bildirimin asıl amacı hakkın kullanılmasında devletin gerekli önlemleri alması için işini kolaylaştırmaktan ibaret olmalı. Yani kolluk güçlerinin görevi (tam da konuyu buraya getirmek üzere bahsettiğim) üniversite yürüyüşünde yaşadığımız gibi ülkücü grupların harekete geçeceği tehdidiyle (ya da bahanesiyle) yürüyüşü dağıtmak değil, alandaki insanların güvenliğini sağlamak.
En azından şunu söyleyebiliriz ki insan hakları hukuku metinlerine göre, bildirim yapılmaması eylemin kolluk güçleri tarafından yasadışı ilan edilmesine bir gerekçe olamaz. Anayasa zaten “önceden izin almadan” diyerek bunu yazılı hükme bağlamış.
Şekil bakımından her eylem için bildirim şartı arandığında ise çelişik bir durum çıkıyor ortaya. Çünkü bildirim yapılmaması bile eylemin “kanunsuz” olmasına yetiyor. Kolluk güçlerinin sokakta protesto için toplanan insanların ölümüne neden olmaya kadar varan ihlallere yol açmasına zemin yaratılıyor.
Bildirim yapıldığında da hakkın kullanılması tamamen kaymakamlık veya valiliğin “inisiyatifine” kalıyor. İdare istediği zaman eylemi yasaklayabiliyor. Hele ki yürütme erkinin politikalarını, uygulamalarını protesto edecekseniz veyahut devletin herhangi bir kurumuyla ilgili yaşadığınız mağduriyeti duyuracaksanız zaten hiç şansınız yok. Ne yürüyebilir ne de toplanabilirsiniz... Gözaltında kaybedilen yakınlarının akıbetini soran Cumartesi Anneleri/İnsanlarının o güne kadar Galatasaray Meydanı’nda devam eden oturma eyleminin İçişleri Bakanı’nın talimatıyla 700. haftasında yasaklanmasının akabinde o gün toplanan insanlara polisin saldırması önemli bir veri bu anlamda.
2911 sayılı yasa ucu açık kavramlarla idarî otoriteye geniş yetkiler getirerek devlet karşısında bireyin temel hakkını ortadan kaldırmış oluyor.
Anayasayı temel alarak toplandığınızda bildirim yapılmadığı gerekçesiyle kolluk gücü tarafından yasadışı ilan edilen toplantı ve gösteri yürüyüşü derhal dağıtılıyor. Eylemlerin yasaklanması ve dağıtılması sürecinde ne yapılıyorsa yukarıdan aşağıya bir hiyerarşi içinde gerçekleşiyor. Bakanlıktan valiliklere, oradan emniyete doğru meydanlarda insanların nefessiz bırakılmasını emreden bir siyasî otorite, idarî yönetici ve bürokrat takımı var. Hiçbir şey kendiliğinden değil.
Ortada paradoksal bir durum var gibi görünüyor. Ama Anayasa Mahkemesi şimdiye kadar verdiği birçok kararda hakkın anayasanın ruhuna aykırı olarak sınırlanamayacağını belirterek o çelişkiye bir açıklık getirmiş hâlbuki. Kaldı ki yine Türkiye’nin imzalamış olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde herkesin “silahsız ve saldırısız barışçıl olarak toplanma” hakkına sahip olduğu güvence altına alınmış. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye ile ilgili kararları şekil şartı nedeniyle idarî yönetimlerin hakkın özüne dokunamayacağını hükme bağlamış. Türkiye -Anayasasının 90. maddesinde- yerel mahkemenin kararıyla uyuşmazlık durumunda da AİHM kararlarına uyulacağını taahhüt etmiş.
Konu bir yandan da bu kadar açık.
Ama buna rağmen hâlâ 2911 sayılı kanun gerekçe gösterilerek insanlara eziyet ediliyorsa, şu aritmetikte Meclis’ten geçmesi zor belki ama siyasal muhalefetin yapması elzem olan yurttaşın toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını kullanmasında idareyi keyfiliğe düşürmeyecek biçimde bir yasal düzenleme üzerinde yoğunlaşarak bunu parti programlarına almalarıdır.
Asıl önemlisi yönetici elitin insana bakış açısının değişmesi, hak arama yollarının önünün açılması, kişinin uğradığı haksızlıkta sesini duyurmak için sokağı kullanmasının, protestonun demokratik hak olduğu anlayışının içselleştirilebilmesidir. (SE/AS)