Polonya asıllı yönetmen Roman Polanski'nin tecrübeli kamerası Carnage (Acımasız Tanrı) ile bu kez ABD burjuvazisine zehir zemberek bir filmle yönelmiş.
Film kavga etmiş olan ergen oğullarının arasındaki husumeti medeni yollarla çözümlemeye niyetli iki çifti New York'un muhteşem manzaralı bir apartman dairesinde buluşmalarıyla başlıyor. Birbirlerini incitmeden, nezaket ve görgü kuralları çerçevesinde ne kadar üzgün olduklarını ifade ederken görüyoruz onları. Ortaklaşa hazırlamakta oldukları metinde herhangi bir yanlış anlaşılmaya meydan verme veya birbirlerinin hassasiyetine dokunmaktan kaçınma kaygısıyla kelimelerin üzerinden tek tek seçiyorlar.
Ebeveynlerin amacı olayı büyütmeden bir an önce tatlıya bağlamak, çocuklarına da siyaseten doğruluk ışığında ders çıkarttırmak olmasına rağmen muhteşem New York manzaralı dairenin duvarları arasında gelişen dinamikler, olayı ters yöne doğru savuruyor.
Birbirlerine tahammülü gittikçe azalan kahramanlarımızın içinden birer canavar fışkırıyor, kadınlar arasında oluşur gibi görünen işbirliği ihtimali bile ortadan tamamıyla kalkıyor. Ev sahibinin viski ikramı ortamı biraz gevşetir gibi olsa da, alkol duvarı aşıldığında işler çığırından çıkıyor.
Polanski, Yasmina Reza'nın ödüllü tiyatro oyununu Paris'ten alıp Amerika'ya uyarlarken epey eğlenmişe benziyor; hatta filmin bir sahnesinde birkaç saniyelik komşu rolüne çıkmaktan da kendini alamıyor.
Hakaret veya küfür bir yana, yüksek sesle konuşulması, tehditkâr ses tonuyla hitap edilmesi gibi barbarlık örneklerinden kendini yasalarla koruyan Batı burjuvazisinin riyakârlığını teşhir ederken hepimizin içinde saklı olan ilkel saldırganlığı da dışa vuruyor.
Doğaya saygı, Afrika'daki açlara yardım, sanat gibi hobileri olan Penelope'nin (Jodie Foster) aslında gayet mutsuz bir hayatı vardır örneğin ve kocasıyla oluşturdukları uyumlu çift imajından çok uzakta, yalnız ve anlaşılmayan bir kadındır aslında.
Alan (Christoph Waltz) temsil ettiği ilaç endüstrisinin pisliklerini diplomatça kamufle eden ve devamlı cep telefonuyla konuşan bir canavardır.
Michael (John C. Reilly) evin barında bulundurduğu yıllanmış içkiyi fiyaka olsun diye ikram eder ama misafirler şişeyi bitirmeye giriştiğinde durumdan pek de hoşnut olmaz.
Nancy (Kate Winslet) alkolün verdiği ivmeyle salonun ortasında duran ressam Oskar Kokoschka kitabı üzerine kusunca mala verilen zararın nelere mal olabileceğini göstermekle kalmaz, başlarda hiç önemsemediği halde, sonradan evin hamster'ının sokağa terk edilmesi anekdotunu ev sahibini karalamak için yüzüne vurmaktan geri kalmaz.
Her ne kadar Polanski'nin zengin filmografisinde ergenlik çağımda seyrettiğim Nastassja Kinski'nin canlandırdığı Tess, çetrefilli bir aşkın son durağı olarak İstanbul limanına varan gemi sahnesiyle biten Acı Ay ve özdeşleştiğim Ewan McGregor'un oynadığı Hayalet Yazar favorilerim olmaya devam etseler de Acımasız Tanrı ikiyüzlü Batı medeniyetine ufak da olsa bir şaplak olarak hafızamda kalacak. Tabii filmin nerdeyse tümünün aynı mekânda ve karşılıklı atışmalarla geçtiğini önceden bilmekte fayda var.
Üstelik normalde hazzetmediğim gergin Anglosakson kadın Jodie Foster, Avusturya kökenli olmasına rağmen New York ağzıyla İngilizceyi gayet iyi kıvıran Christoph Waltz, karakter oyunculuğunda tecrübesini yine konuşturan John C. Reilly ve Hollywood'un en üst mertebelerine ticari sinemayla ulaşan İngiliz hırs küpü Kate Winslet performanslarında gayet başarılılar. Salonun ortasında duran diğer önemli obje vazodaki gösterişli buketin parçalandığı sahne benim için olağanüstü bir rahatlama anıydı. (RL/HK)