Görsel: Twitter
Parmak şıklatmak basit bir iş! …
Kişi özgürlüğü ve güvenliğini, ifade özgürlüğü sağlamak da parmak şıklatmak kadar basit!
Ali Babacan 2003 yılından itibaren 59.,60.,61.,62. Hükümetlerde, Hazineden sorumlu Devlet Bakanı, Başbakan Yardımcılığı, Avrupa Birliği (AB) Baş Müzakerecisi, Dışişleri Bakanı olarak görev yaptı. Ahmet Davutoğlu, Başbakan Erdoğan’ın dış politika danışmanıydı. 2009 yılından itibaren kurulan 60 ve 61. Hükümetlerde Dışişleri Bakanıydı. Başbakan olarak 62. Hükümeti kurduğunda Ali Babacan ekonomiden sorumlu Başbakan yardımcısıydı. Davutoğlu 63. ve 64’üncü Hükümetinin Başbakanı olarak 22.5.2016 tarihine kadar sürdürdüğü Başbakanlık görevinden istifa ederek ayrıldı.
Ahmet Davutoğlu ile Ali Babacan 2019 yılında AK Parti’den istifa ederek siyasi parti kurmuş iki politikacı olarak memleketin bugün içinde bulunduğu her halinden sorumlu olanlardır, kurdukları “yeni demokrasinin” (kendi deyimleriyle) inşacıları ve icracılarıdır.
Basitçe özetleyelim; ifade özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, yargıya güven yoktur.
Gazeteci Murat Yetkin, Ali Babacan’ın 2002-2015 arası, Ahmet Davutoğlu’nun 2009-2016 arası AKP’nin tüm politikalarında onayları olan politikacılar olarak iki siyasetçinin geçmişini anımsatmış; özeleştiri gerekiyor… “Şimdi Davutoğlu, Gelecek Partisi’nin, Babacan ise Deva Partisi’nin genel başkanları olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tek hâkim olduğu AK Parti’ye sert eleştirilerde bulunuyorlar. Haklarıdır. Ama görülüyor ki, eleştiri yetmiyor, özeleştiri de gerekiyor.” (Murat Yetkin yetkinreport.com/2020/05/26/davutoglu-ve-babacan-elestiri-yetmiyor-ozelestiri-sart/)
Ama öyle olmuyor…Yaptıklarıyla yüzleşmiyorlar…Medyada göründükçe demokrat hissediyorlar, sanki kendilerinin geçmişteki katkılarını unutmuş ve sorumlulukları yokmuş gibi konuşuyorlar…
Parmak şıklatmak, kolay gözükür ama zordur. Günümüz siyasetçileri alışmışlar herhalde onlar için çok basit bir iş, sanki devlet yönetmek gibi!
Parmak şıklatmayı marifet sanan bir politikacıya YouTube kanalında Cüneyt Özdemir soruyor: Bu akşam seçim oldu siz kazandınız, ilk iş ne yapardınız? Babacan yanıtlıyor: Ülkenin en önemli sorunlarından biri özgürlük. Bunu oluşturmak da siyasi irade meselesi. Bir parmak şıklatmadır, o kadar. Gazetecilerimiz, köşe yazarlarımız, “Arkadaşlar bundan sonra özgürsünüz, evrensel hukuk kuralları içinde istediğinizi yazın, çizin” diyeceğiz, “biz artık size karışmayacağız!” Bu kadar basit. Sadece düşünce suçu sebebiyle hapiste kim var kim yoksa onların hemen çıkması... Meclisin birinci günü birinci madde budur. Düşünce suçlularının özgür bırakılması... Bunu görsünler ki başkaları özgür düşünmeye başlasın.”
Sanki mesai ve dava arkadaşlarıyla el ele inşa ettikleri kendi kafalarına uygun bugünkü düzeninin antidemokratik hallerini çözmenin parmak şıklatmak kadar basit bir iş olduğuna inanıyorlar ve üstüne üstlük inanmamızı bekliyorlar!
Avrupa Birliği Başmüzakerecisi olmak o kadar basit bir iş değildir…
59. Hükümet Döneminde (14.3.2003 – 28.8.2007) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dı ve Ali Babacan Devlet Bakanıydı. “Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programının Uygulanması, Koordinasyonu ve İzlenmesine Dair Karar” 23.6.2003 tarihlidir ve 2003/5930 sayılı Bakanlar Kurulunun bu kararı 24 Temmuz 2003 tarihli 25178 Mükerrer sayılı Resmî Gazetede yayımlandı.
Hükümetin Haziran 2004’e kadar siyasi kriterlerin başında gelen “Düşünce ve İfade Özgürlüğü” sorunu çözülecekti.
Çünkü bu sorunu çözmek çok basit bir işti, parmak şıklatmak kadar basit!
Eserlerden eser beğenin, demokrasi ve özgürlük örneklerinden seçeceğiniz ne varsa seçin…
Devlet Bakanı Ali Babacan’dı ve içinde olduğu Bakanlar Kurulu “İfade özgürlüğünün evrensel değerlere dayalı olduğunu ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 10. maddesi çerçevesindeki (…) kriterleri temelinde bir yandan genişletilmesine, diğer yandan da sürdürülmesine öncelik ve önem vermektedir.” diyordu.
Hatta Bakanlar Kurulu ifade özgürlüğünün sınırlarını belirleyen mevzuatı; özellikle AİHS 10. maddedeki ifade özgürlüğü “sınırları” bakımından Sözleşme Madde 17 “Hakları Kötüye Kullanma Yasağı” ve Madde 18 “Haklara getirilecek kısıtlamaların sınırlanması” düzenlemelerinin “lafzına ve ruhuna” uygunluğunu gözden geçirme kararını 23 Haziran 2003 ‘de almıştı.
Bu gün Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş kararları ile AİHM nezdinde Sözleşmenin 18. Maddesini AİHS ile tanınan hakları kötüye kullanarak ihlal etmekten dolayı Türkiye’nin iki ayrı mahkûmiyet kararı var. Ne dersiniz, basit bir iş mi?
Kim parmaklarını şıklattı ki; basın ve herkesin ifade özgürlüğü ortadan kaldırıldı!
2010 yılında Türkiye’de basın özgürlüğü ne hale getirildi?
Sadece İlerleme Raporundaki tespite bakalım; basın özgürlüğü konusunda açık ve serbest tartışma sürmüş ve genişlemiş olmakla birlikte sınırlı ilerleme kaydedilmiştir. Türk hukuku, AİHS’ye ve AİHM içtihadına uygun şekilde ifade özgürlüğünü yeterli ölçüde güvence altına almamaktadır. Gazetecilere karşı açılan dava sayısının fazlalığı ve internet sitelerine sık sık getirilen yasaklar endişe konusudur. Basın üzerindeki gereksiz siyasi baskılar ve yasal belirsizlikler uygulamada basın özgürlüğünü etkilemektedir.” (Türkiye 2010 İlerleme Raporu Brüksel, 09 Kasım 2010)
2010 yılı İlerleme Raporu tespiti: “Terörizmin, Terörle Mücadele Kanunu’nda geniş tanımlanması nedeniyle ifade özgürlüğü başta olmak üzere temel özgürlüklerin kullanımındaki kısıtlamalar endişe kaynağı olmayı sürdürmektedir”.
Her protesto artık terör propagandası sayılıyor…Geçmiş politikaların ve hükümetlerin eseridir bu anlayış.
Rapor; “Nefret söylemleri ile ilgili olarak, Avrupa Konseyi Türkiye’ye, medyayı dini azınlıklara saygı konusunda bir etik davranış kodu geliştirmeye teşvik etmesini ve medya aracılığıyla nefretin kışkırtılmasının kovuşturulmasını tavsiye etmiştir.”
Bu tavsiyeye uymadığınız o kadar belli ki oldu ki…
Hrant Dink Vakfı’ndan 29 Mayıs 2020 tarihli duyurusu; “27-28 Mayıs 2020 tarihlerinde Hrant Dink Vakfı’na e-mail yoluyla yazılı ölüm tehdidi ulaştığını kamuoyuyla paylaşmak istiyoruz. Şişli Emniyeti ve İstanbul Valiliği’ne durumu yazılı olarak bildirdik. Hrant Dink’in 19 Ocak 2007’de resmî kurumların bilgisi dahilinde, herkesin gözü önünde öldürülmesinden önce de duymaya aşina olduğumuz ve bugünlerde marifet sayarak kimi çevrelerce sıkça tekrarlanan “Bir gece ansızın gelebiliriz” sloganını da içeren tehdit, Hrant Dink Vakfı’nı “kardeş masalları” anlatmakla itham ediyor, ülkeyi terk etmemizi talep ediyor, Rakel Dink’i ve avukatımızı ölümle tehdit ediyor.”
Ali Babacan’ın basına yansıyan demecine bakalım: “Hrant Dink Vakfı ve Rakel Dink’e DEVA Partisi Ali Babacan’dan da destek geldi. Babacan, “Hrant Dink Vakfı’na yönelik tehditler, ayrımcılığı teşvik eden bir siyasi iklimin ürünüdür. Ayrımcılığa ve ırkçılığa karşı her kesimi savunacak, Rakel Dink’i ve vakıftaki arkadaşlarını yalnız bırakmayacağız” dedi (Sözcü Gazetesi).
Nefret ve kin söylemlerinin ve ayrımcılığın bu kadar benimsendiği iklim nasıl ortaya çıktı diye aptalca bir soru sormak yerine, parmak şıklatmadan basit bir hatırlatma yapalım:
2010 yılı İlerleme Raporunda “Yargı Alanı” bölümünde Hrant Dink cinayetine değinilmişti. “AİHM’nin Dink davasına ilişkin 14 Eylül 2010 tarihli Daire kararı, Türk makamlarının Sayın Dink’in suikastını önlemede makul ölçüler çerçevesinde kendilerinden beklenebilecek her şeyi yerine getirmemiş olduklarını ve Dink’in hayatının korunması konusundaki başarısızlığa ilişkin etkin bir soruşturma sürdürülmediğini değerlendirmiştir. Dolayısıyla, 2. Madde’nin (yaşama hakkı) ihlali söz konusudur. Buna ilaveten, Mahkeme 10. Madde (ifade özgürlüğü) ve 2. Madde’yle bağlantı olarak 13. Madde’nin (etkili başvuru hakkı) ihlal edildiğini tespit etmiştir.”
Demek Hrant Dink Vakfının yanındasınız! Demek ayrımcılığa ve ırkçılığa karşısınız, doğrusu çok inandırıcı gelmiyor bu sözler. Ama siyasi iklimi yaratanlar, yetiştirilenler kimlerdir bizler biliyoruz ve bizler Hrant Dink’in kalleşçe katledilmesini unutmadık, acısını yaşıyoruz hala…
Kendi sözlerine sadece kendisi inanan siyasetçi olarak inanmanız dışında 2016 yılına kadar olup bitenleri ve sonrasını anımsıyor musunuz?
Çok basit iş, parmak şıklatarak geçmişteki eserlerinizi okuyacaksınız sadece…
Anımsıyor musunuz? Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks 15 Şubat 2017 tarihli Türk Hükümetine verilen Memorandumunda, 2011 yılında İnsan Hakları Komiseri Hammerberg’in ifade özgürlüğü ve medya özgürlüğüne ilişkin raporunun Türkiye'de medya ve ifade özgürlüğünde yaşanan ciddi kötüleşmeyi açıkça gözler önüne serdiği kanaatiyle; bu kötüleşmenin Türk demokrasisi için varoluşsal bir tehdit arz etmekte olduğunu ifade etmiştir.
Dönelim parmak şıklatmanın basitliğine veya zorluğuna…
Göbek atmanın ayrılmaz parçası parmak şıklatmaktır.
Düğünlerde, kutlamalarda, neşelenip bizde parmak şıklatarak karşılıklı oynamak âdettendir. Fransa ve Belçika’da ise eğer karşınızdakinin tam yüzüne parmak şıklatırsanız pek hoş karşılanmaz.
Acaba bir çırpıda gazetecileri, köşe yazarlarını, “düşünce suçu sebebiyle” içeride olanları hapisten çıkarmanın çaresi; karşılıklı oynayabilen, göbek atabilen, zor beden kıvırma hareketlerini yaparken aynı anda parmaklarını da şıklatabilenleri mi seçmektir?
Yoksa Pıtos yapabilen, Flamenko bilenleri mi seçmeliyiz? Kültürel geleneği olan Flamenko, Endülüs Halk Müziği eşliğinde yapılan bir danstır. Flamenko’da Pıtos, dansta ve şarkıda ritme uygun olarak parmak şıklatmaktır. Parmak şıklatmanın doğum yeri New York. Bazı tarihçilere göre tarihi Roma İmparatorluğu’na kadar uzanıyor.
Dans, oyun, müzik, beden müziği ve parmak şıklatmak beceri ister.
Parmak şıklatmalarla başlayan, el çırpmalarla, ayak vurmalarla süren beden müziği ve danslarıyla West Side Story unutulmaz bir müzikaldir. McCarthy döneminin sona erdiği 1957 yılında ilk kez Broadway’de sahnelenmiştir. “Çeteler savaşı” West Side Story (Batı Yakasının Hikayesi) parmak şıklatmalarla başlar ve müzikalin değişmez sembollerinden birine dönüşür. 1961'de yapılmış unutulmaz danslarla bezenmiş filmi çağdaş bir Romeo ve Juliet öyküsüydü...
İzlemediyseniz, izleyin. Göreceksiniz basit bir iş değildir parmak şıklatmak!
Hukuka bağlı olmaktan çıkardıkları bir devleti yeniden demokratik hukuk devleti yapmayı parmak şıklatmak kadar basit siyasi irade işi görmek garip değil; doğrusu tek bildikleri ve uyguladıkları olağan siyaset politikalarına çok uygun bir davranış!
Olağanüstü ve fantastik olan, kendi sözlerine kendilerinin inanması ve öyle gözükme isteğidir...
En önemli sorun özgürlükmüş! Özgürlükleri kimler yok etti acaba? Bu siyasi irade meselesiymiş ve bir parmak şıklatmayla halledileceği için gazetecilerimiz, yazarlarımız, istediğini yazıp çizeceklermiş. Nereden arkadaş oluyorsak; “Arkadaşlar bundan sonra özgürsünüz, evrensel hukuk kuralları içinde istediğinizi yazın, çizin”, “biz artık size karışmayacağız!” diyeceklermiş ve iş bu kadar basitmiş…
Bundan önce neden özgür değildik?
Türkiye’de düşman ceza hukukunu sistemleştiren ve böylece "tehlikeli" ve "düşman" ilan edilen herkesin kafasının içindeki düşüncenin dahi cezalandırılabileceği "düşünce ceza hukukuna" dönüştüren ceza hukuku anlayışı kabul edilemez. Ancak kabul ettiniz ve herkesi ceza hukuku ile korkutan özgürlükleri ortadan kaldıran bir sistem kurulmasına omuz verdiniz, sorumlusunuz. Bunu parmak şıklatmayla çözemezsiniz.
Siyasi irade oluşturmak bu kadar basit değildir. Yarattığınız esere bir bakın. Kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırarak düşman ceza hukuku siyasetini benimsemek, ceza kanunlarını araç olarak kullanmak suretiyle kurumsallaştırmak isteyen yeni cezalandırma siyaseti çok tehlikelidir ve bir parmak şıklatmayla çözülecek kadar basit değildir.
Yaratılan ve tercih edilen düzene uygun böyle bir “sistem” yüzünden; dünden çok daha önemli hale gelen yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığını istemek kuvvetler ayrılığının ve hukukun üstünlüğünün gereğidir. Ceza davaları ve ceza hukuku ifade özgürlüğünün ihlal edilmesinin aracı değildir, olmamalıdır. Basit olarak sözün özü budur.