Tezgahın arkasında duran kel kafalı, orta yaşlı satıcı müşterisini görünce, kilitlenmiş ince dudaklarını araladı. Gülümsemesi mekanikti. Her müşterisini gözlerine bakmadan karşılamayı huy edinmişti. Onlar daha cümlelerini tamamlamadan; onun gözleri önündeki cam dolabın içindekilerde geziniyordu.
Yerinde sabit duramıyordu. Sallanıyordu yelpaze gibi. Önüne bağladığı beyaz önlüğüne “beyaz” demek için bin şahit lazımdı. Önlük, kan lekelerinden alacalı siyah bir renk almıştı; çünkü beyaz eldivenli ellerini o önlükle kurutuyordu. Oysa omuzundan aşağı oldukça temiz denebilecek bir mutfak bezi sarkıyordu.
- Buyrun abla!
- Ben paça ısmarlamış...
Sera henüz sözünü tamamlamadan:
- İsim neydi? dedi adam.
- Sera
- Tamam abla, paçanız geldi. Hemen paketleyeyim, diyerek arkadaki kapıdan çarçabuk içeri girdi.
Sera, adamın “buyrun abla!” demesine çok şaşırmıştı. Sanki alnında yazılıydı Sera olduğu. Gözleri, önündeki cam dolapta muazzam bir şekilde dizilen kırmızı et yığınında dolaştı. Bir an kızgın pirzola kokusunu hissetti ve ağzı sulandı.
Satıcı, tepsi üzerindeki etlerle geri döndü az sonra. Terazinin üzerinde tartmaya koyuldu. Sera başını kaldırıp görmeye çalıştı:
- Görebilir miyim?
Satıcı itiraz etmeden, kağıt üzerindeki etleri ona yaklaştırdı. Paça diye getirilenler devasa bacak parçalarına benziyordu. Sera şaşkınlık içinde, gözlerini o “bacaklardan” ayıramıyordu. Dilini yutmuş gibiydi. Kararsız kaldı. Ayıp olur mu vaz geçsem, diye geçirdi içinden. Ancak satıcı onun cevabını beklemeden, eti seri hareketlerle tartmış ve paketlemişti bile. Sera daha fazla dayanamadı:
- Bu koyun mu, nedir?
Aslında Sera, nasıl bir soru yönelteceğini bilmiyordu. Hayal kırıklığına uğradığını gizleyememişti. Yüzünün ısındığını, sol göz kapağının seyirdiğini hissetti. Konuşurken irrite olmuştu sanki. Bunu anlayan satıcı:
- Abla, bize ya koyun ya da dana paçası gelir. Bu dana paçası! Göreceksiniz, çok memnun kalacaksınız. (Eğilip ayak bileklerini tutarak) ha, işte bu kısmıdır, dedi.
Elleri cebinde yumruk gibi olan Sera’nın midesi bulandı. İçinden, özür dileyip oradan çarçabuk gitmek geldi, ama hipnotize olmuş gibiydi. İtiraz etmeye gücü yoktu. Sanki kasları kilitlenmişti. Kanı donmuştu da reflekslerini yok etmişti sanki.
Yine de adamı dinler gibi “hm, öyle mi! aha!”, deyip geçiştirdi. Halbuki, Papa dahi gelse onu ikna edemezdi şu an. Bir kere içine kurt düşmüştü. Ya domuzsa! Annemler affetmez beni, diye düşünüyordu.
O an, bu konudaki bilgisizliğinden dolayı kendisine kızgınlığı arttı. Kendisini zavallı ve çaresiz buldu. Bir an önce o et yığınını alıp orayı terk etmek istiyordu.
Hep annesinin yüzündendi: geçen gün başının etini yiyen annesinin dediğini yapıyordu çünkü. Israrcı annesi, “kızım, teyzene bir yerlerden paça bul getir. E bi güzeeel pişireliiiim! Teyzoşun yesin de kemikleri çabuk kaynasın!” demişti.
Sera yolda, annesi ve teyzesinin paça çorbası “özlemi”ni anımsayınca bir an rahatladı: “Bana ne ya! Bu benim fikrim değildi. Onlar istediler, ben de yaptım. Neymiş efendim; kırık kemik daha çabuk kaynaşırmış, tutarmış... Tıp konusundaki bilgileri de maşallah, sanki bir derya hani! Ben niye canımı sıkıyorum ki, aa!” diye düşündü. Rahatladı!
Aslında Sera annesini ikna etmeye çalışmıştı:
- Ya, anne, ama... Bu senin gavur memleketi dediğin yerde, nasıl bulayım güvenilir et. Hele hele paça... Burada kimse paça çorbası bilmiyor ki! Üstelik bu eve gelen eti hep şüpheyle yaptın, yedirdin. Ben şimdi n’apim? demişti.
Sonunda, başka bir bölgede bulunan “Oriantal" marketten sipariş vermeye karar vermişlerdi. İyi olan – iyi denirse tabii - şarküteri bölümünde çalışanlar Türkiyeliydi. Teyzesinin tanıdıkları, hep oradan alırmış etlerini. Hatır gönül diye bir şey varmış, fiş mekan! Hem neden hile yaparak onu kazıklasınlar ki, diye düşünmekten, kendini alamamıştı.
Neyse ki annesi ve teyzesi, paçayı taze ve iyi buldular. Hemen yardımlaşarak defalarca yıkayıp ve bir sürü işlemden geçirdiler. Düdüklüye yerleştirdiler. İki saatten fazla sürmez, diye de planladılar her şeyi.
Sera, onların ısrarlarına rağmen kalmadı teyzesinde. Zaten nahoş bir koku yayılmaya başlamıştı. Bir an önce gitmek için ayaklandı. Teyzesinin ısrarları, onu orada tutamadı.
Teyzesi alçılı bacağıyla sandalyede oturuyordu. Bacaklarının arasına aldığı bastonlarından birini kaldırıp salladı havada:
- Bak Seroşum! Sana ayırıyoruz. Yarın gelmemezlik yapmak yok! Tamam mı? Vallahi, çok darılırım, dedi üzgün sesiyle.
- Tamam teyzecim, gelirim işten sonra! Öpüyorum sizi, cici hatunlar, deyip, can havliyle dış kapıdan dışarı çıktı.
Kendi zulasına geldiğinde yorgunluğu on kat artmıştı sanki. Saatler sonra yatmaya hazırlanırken, telefon sinyaline afalladı. Arayan teyzesiydi. Endişesi boy attı:
- Teyze, n’oldu? Neden hala ayaktasın?
- Ah kızım ya! Bu neyin nesiydi Allah aşkına? Ya kızım, sen gittiğinden beridir pişmedi bu zıkkım. Bir koku bir koku... aman Allahım! Kapı pencereyi onca açtık, yok! Kızım bu koku öldürecek bizi! Resmen leş senin bu paçan... Biliyor musun? Bu üçüncüdür kaynatıyoruz. Düşünsene ya, düşünsene! Zaten annenin midesi kalktı. Bu bacakla, balkondan içeri alamadım onu. Aha, odur söylene söylene yatağa gidiyor, dedi. Duymasın da… Sana kızıp duruyor… Ah!
Allak bullak olan Sera’yı teskinsiz bir gülme tuttu. Teyzesi sitem ettikçe, o habire gülüyordu. Akşamın bu saatinde pes eden sinirleri gevşemiş vidaya benziyordu:
- Ya, teyzecim, ben n’apiyim şimdi? Yani siz hala aç mısınız, derken dahi, katıla katıla gülüyordu.
- Yok be! Kızım, sorun açlığımız değil. Neyse ya! Artık yarın konuşuruz, deyiverdi teyzesi.
Allahtan normalinden kısa sürdü bu konuşma! Sera gülmesini zar zor tuttu. Annesi ve teyzesinin onca çabaya rağmen, yiyemedikleri paça çorbasını düşündü. Sonra satıcının repliklerini düşündü. Ona karşı anlamsız bir öfke kabardı yüreğinde. Ama aslında belki onun da hatası değildi.
Sera dişlerini fırçalarken, yarın teyzesine iyi bir paça nereden bulabileceğini düşünüyordu... (HK/AS)