St-Jean-Pied-de-Port İspanya sınırında yeşillikler içinde güzel bir Fransız kasabası...
Santiago yolunu yürümek isteyenleri günün her saatinde karşılamaya hazır bu kente vardığımızda, sırt çantalarını yüklenmiş dünyanın çok farklı ülkelerinden uluslardan insanlarla birlikte bir kaç hafta sürecek yolculuğumuz benim için bilinmezliklerle doluydu.
St-Jean-Pied-de-Port istasyonunda indikten sonra ilk işimiz bir yokuşun üzerindeki başvuru merkezine gitmek oldu.
Merkezde kayıtlarımızı yaptırdık, bu yolculuk boyunca kullanacağımız pasaportumuzu, yol güzergahına ilişkin planları ve Santiago yolunun simgesi olan yürüyüşçülerin uğur getirdiğine inandıkları ve sırt çantalarına taktığı midye kabuklarından aldık.
Kabuklardan biri benim, diğeri Akocan’ın çantası, üçüncüsü de yol boyunca yanımızda taşıyacağımız 7 Haziran’da yitirdiğimiz Hasan abim için olacaktı.
Yolculuk sonunda üç midye kabuğunu da memlekete gönderip, abimin mezarı yaptırılırken, mermere monte edilmesini isteyecektik.
Abim dağları çok severdi...
Her yaz dağ bayır dolaşır, tatil sonunda İstanbul’a dönme zamanı geldiğinde, tatilin bitmesine hayıflanır, İstanbul’un betonuna, kalabalığına verip veriştirirdi.
Böyle bir yolculuk eminim onun da çok hoşuna giderdi.
Yanımıza aldığımız deniz kabukları abimle buluştuğunda, ona yol boyunca gördüğümüz güzellikleri; okyanusun kokusunu, dalgaların coşkusunu, güneşin güne, ayın-yıldızların geceye bir başka doğduğunu, bütün ayrıntılarıyla taşısın istedik.
Tıpkı abimi sonsuzluğa uğurladığımız o kara günden sonra, bizimkilerin sık sık dağlardan kır çiçekleri toplamaları, değişik çeşmelerden alınan sularla mezarı sulamaları gibi...
8 Temmuz öğlenden sonra saat 15.00 civarında yolculuğa dair işlemleri tamamladıktan sonra, başvuru merkezinin bir kaç yüz metre yukarısında bulunan geceyi geçireceğimiz Albergue’ye geçerek çantalarımızı ranzalarımızın yanına bırakıp kendimizi dışarı attığımızda konaklama yerinin temiz olması içimi rahatlatmıştı.
Akşam 22.00’de kapılar kapanıp, ışıklar söndüğünde ertesi gün başlayacak yürüyüşün heyecanıyla kendimi uykunun kollarına attım.
Sabah saat 06.30’da uyanıp, kahvaltımızı yaptıktan hemen sonra yola koyulduk...
Aktaş hem sırt çantasını, hem de gitarını taşıyacağı için onun eşyalarının bir kısmını da benim sırt çantama koymuştuk.
St-Jean-Pied-de-Port’u ardımızda bırakıp, Pireneler’e tırmanmaya başladığımızda o çantayla bunca yolu nasıl yürüyeceğimi kara kara düşünmeye başladım.
Omuzlarımdaki yükün ağırlığıyla öyle yavaş yürüyordum ki, Akocan’da mecburen hızını bana göre ayarlıyordu ve arkadan gelen herkes bizi sollayıp geçiyordu.
Her geçenin ardından baka kalıp, “Akocan bunlar da bizi geçti” diyip hayıflanırken, önümde yükselen Pireneleri o gün aşıp aşamayacağımı hakikaten kestiremiyordum.
Sürekli tırmanış halinde katettiğimiz 4 km'yi sanki yürümemişte sürünerek tırmanmış gibiydim.
İlk molamızı vereceğimiz Albergue’ye ulaştığımızda, sırt çantamı çıkarırken derin bir nefes alıp, “dünya varmış” dedim. Önümüzde yükselen Pireneleri nasıl aşacağımı kara kara düşünmekten başka elimden hiç bir şey gelmediği bir anda, küçücük sırt çantasıyla yürüyen İspanyol kadın yanımıza oturdu.
Sırt çantasını taşımakta zorlandığımı söyleyince, çantayı transport şirketiyle bir sonra kalacağımız yere gönderebilirsiniz dediğinde; Akocan'la çocuklar gibi sevindik.
Resepsiyondan bir zarf alıp, içerisinde 5 euro koyup kapatıp, zarfın üzerine ad-soyad, telefon, email ve o akşam kalacağımız Albergue’nin adını yazıp çantama bağladık. Sonra da, Akocan’ın sırt çantasındaki acil ihtiyaç duyacağımız eşyalar dışında her şeyi benim çantaya yerleştirdik. (FE/HK)
Sırtımda Akocan’ın gitarıyla yola koyulduğumuzda, keyfime diyecek yoktu ve bütün yolculuk boyunca bu yöntemle eşyalarımızı taşıtarak, büyük bir yükten kurtulmuş olduk.
Yaz ortasında olmamıza rağmen, yoğun sis altında saatlerce tırmandık.
Öğlene doğru doruğa vardığımızda, güneş hükmünü ilan etmiş, bulutların üzerinde etrafı seyre daldık.
Güneş tepemizde yükselirken, başımız bulutlara değecekmişcesine yola koyulduğumuzda manzara tek kelimeyle müthişti ve sürekli abimi, Gebze Hapishanesi’ndeki dostlarımı ve diğer mektup arkadaşlarımı düşündüm...
Gebze Hapishanesi’ndeyken kadın portrelerinden oluşacak kitap çalışmam için her Perşembe ve Cuma günlü açık görüş yerinde röportaj yapmak için buluştuğum arkadaşların dağlara, doğaya olan özlemleri yol boyunca beni hiç terketmedi.
Pireneleri tırmanıp doruğa ulaştıktan sonra, uzun süre Fransa-İspanya sınırını ayıran telörgüler boyunca yürüdük.
Su içmek ve biraz dinlenmek için mola verdiğimiz çeşme başında yürüyüşçüler için ücretsiz internet hizmetini görüp de şaşırmamak ne mümkün?!..
Ormanın içinden dağdan aşağı iniş başladığında, bu etabın tırmanmaktan çok daha zorlu olduğunu anlamamız için çok zaman geçmesi gerekmedi.
Hem ilk günün acemiliği ve hamlığı, hem yürüyüşün tırmanma ve iniş etabının zorlu olması, o gün yürümemiz gereken yolun 29 km. olması bize tam 9 saatlik bir yürüyüşe maloldu.
Önce 1400 metre boyunca sadece tırmandık, sonra 1000 metre boyunca Pireneler’den aşağı indik.
Akşamüzeri saat 17.00’de Pirenelerin eteğindeki Roncevaux’a vardığımızda haşatımız çıkmıştı.
Albergue’ye giriş kaydımızı yaptırıp, duş aldıktan sonra kilise, Albergue ve iki restorandan ibaret Pirenelerin eteğindeki bu doğa harikası tarihi yeri keşfe çıktık.
Akşam saat 22.00’de ışıklar söndüğünde, artık Akocan da bende 2013’den beri kurduğumuz düşün içerisinde bir başka rüyada gibiydik...
İlk acemiliğimizi atlatmış, en önemlisi de belimi büken ağır sırt çantamdan kurtulmuştuk.
Eşyalarımızı toplayıp, danışmaya çantamızı bırakıp, kahvaltımızı yaptıktan sonra yola koyulduğumuzda, dağların ardından başını uzatan güneşin kızıllığına bürünmüştü etraf.
Bu yolculuğun en güzel yanı da, karşılaştığınız herkesle mutlaka selamlaşıp, küçücük sohbetler yapmak, birlikte yürüyecek arkadaşlar bulmaktı.
Geçtiğimiz yerleşim alanlarında, yürüyüş boyunca karşılaştığımız pelegrinolar “buen camino” (iyi yolculuklar) diyerek yürüyenleri mutlaka selamlıyorlardı.
9 Temmuz sabahı yola koyulduğumuzda gün doğarken Roncevauw’dan ayrılmadan Akocan’la fotoğraf çektirmek isteyince yanımızdan geçen üç kişilik gruptan yardım istedik.
Oracıkta fotoğrafımızı çeken kişinin Bulgaristan’dan gelen bir Ermeni olduğunu öğrenince, anında aramızda farklı bir sıcaklık doğdu.
Yürürken, bu genç arkadaşın isminin Hrant olduğunu öğrenmek bizi şaşırtırken; Akocan’ın duduk çalması, büyük anneannesinin Ermeni olması, benim Hrant Dink'i tanıyor olmam da Hrant'ı çok şaşırdı. Bundan olsa gerek ki, o gün yol boyunca Ermeni sorununa dair konuşmalarla geçti.
İkinci gün, inişli çıkışlı ormanları aşmak, sarıya boyanmış ekin tarlaları arasında yürümek bize iyi geldi...
25 km’lik etabı zorlanmadan tamamlayınca, bu yolu sonuna kadar yürüme konusunda güvenimiz artmış, kafamızdaki soruların birçoğu yanıtlanmış olarak Larrasoana’yı keşfe çıktık...
Haftaya Pampulona'yı, her yıl televizyonlardan izlediğimiz boğaların önüne kattığı kaçışan insanları, arenayı yazacağım.
Görüşmek dileğiyle... (FE/HK)
SANTİAGO YOLU YAZI DİZİSİ