Coplu polisler görüyor Eilish; adamlar protestocuları döve döve harap ediyor, sokağın köşelerine sindiriyor, biber gazı canlı yayında sinsi sinsi yayılırken, tekrar tekrar gösterilen görüntülerde protestocular kaçmakta. Giysilerinin yakalarını burunlarının üstüne kadar çekmiş hâlde kapı eşiklerinde büzüşüp kalıyorlar, bu arada bir öğretmenin sivil polislerce sürüklenerek sivil ekip aracına götürülüşü defalarca gösteriliyor.
“Sizce bu olay nerede geçiyor?” diye sorsam, eminim aklınıza İrlanda gelmez. Ama olay mahalli; İrlanda. Bunu aklınızda tutun; çünkü özellikle değineceğim bu konuya.
Bu yazının konusu; Paul Lynch’in 2023 Booker Ödülü’nü kazanan romanı Peygamberin Şarkısı (Prophet Song) ve elbette roman üzerinden hayata dair okumalar.
Gerçeğin edebi bir kopyası
Bazı filmler, bazı kitaplar vardır; çok etkilenirsiniz ama sevip sevmediğinize karar veremezsiniz. Tavsiye etseniz mi etmeseniz mi ikilemde kalırsınız. Peygamberin Şarkısı da o türden. Çünkü bu kitap sizi kararsız bırakıyor: Bu gerçekten bir distopya mı, yoksa çoktan yaşanmış ve hâlâ yaşanmakta olan gerçekliğin edebî bir kopyası mı?
Bunun cevabını bilerek okumak ve yazarın da bunu bildiğini bilmek, Peygamberin Şarkısı’nı zorlu bir okuma deneyimine dönüştürüyor.
Peygamberin Şarkısı, alternatif bir İrlanda’da geçiyor ve otoriter bir rejim altındaki distopik, karanlık bir geleceği anlatıyor. Çünkü roman ilhamını Suriye iç savaşından alıyor.
Distopik unsurlar yerine bildik acılar
Bu distopik İrlanda’da olanlar bizi hiç şaşırtmıyor.
Neden? Çünkü bu romanda olması gereken distopik unsurların hiçbirisi yok!
Eilish bir ceset torbasını daha açıyor, yüzü daha incelemeden, bu benim oğlum değil, diyor, bu benim oğlum değil…”
Birkaç satır sonra:
Benim güzel çocuğum diye fısıldıyor, ne yaptılar sana? Önündeki yüz çürüklerle kaplı, dişler eksik, kırık, poşetin fermuarını indirince el ve ayak tırnaklarının kırıldığını görüyor, dizinin ön tarafında matkap deliği görüyor, gövdesinde sigara yanıkları.
Biraz daha ilerleyince:
Bekçi onun ceset torbasını kapatmasına yardım edip kapıdan dışarı çıkarırken alçak sesle konuşuyor… Haberiniz olsun Bayan Stack, burada oğlunuzun kalp yetmezliğinden öldüğü yazıyor, diyor adam.
Çok mu distopik? Hayır. Fazlasıyla gerçek!
Hikaye şimdiye mi ait, geleceğe mi?
Bu kitapta ne büyük birader var ne de kitap yakan itfaiyeciler. Ne hayvanlar konuşuyor ne de bir anda görme yetimizi kaybediyoruz. Her şey çok bildik, çok tanıdık.
İşte tam da rahatsız eden yer burası: Gözaltında kaybolan bir baba kimin sıradanı? Kimin distopyası? Çocuklarını hem otoriteden hem sokaklardan korumaya çalışan bir anne kimin için olağan, kimin için distopik? Yeni bir hayat umuduyla bir şişme botla denize açılan bebekler, kadınlar, gençler, yaşlılar… Geleceğe mi ait, şimdiye mi?
Cevaplar belli ve bu hâliyle Peygamberin Şarkısı fazlasıyla gerçekçi bir roman. Bu romanı ille de sınıflandırmam gerekseydi, distopik yerine “kaotik” demeyi tercih ederdim.
Ama tabii bu kitap bizler için yazılmamış. Romanın alternatif bir İrlanda’da geçmesi tesadüf değil. İrlanda, Batılı okur için “güvenli”, demokratik ve refah geleneği olan bir ülke. Bu nedenle orada kurulan bir distopya, muhatabına açıkça şu mesajı veriyor: “Bu yalnızca uzak coğrafyaların başına gelen bir şey değil. Bir gün senin ülkende de yaşanabilir.”
Ancak tam da bu tercih, benim gibi bazı okurlar için rahatsız edici bir etki yaratıyor. Çünkü roman boyunca anlatılanlar Suriye, Filistin, Ukrayna ve başka pek çok ülkede zaten yaşanmış ya da yaşanmakta olan olaylar. Pek çok insan için fazlasıyla tanıdık deneyimler.
İsimler değişince evrenselleşen trajedi
Eilish’in adı Ayşe ya da Fatima olsaydı, roman “gerçek olaylardan uyarlanmıştır” notuyla açılsaydı da anlatılanlar değişmeyecekti. Ama büyük ihtimalle Batı okuru için bu kadar “evrensel” sayılmayacaktı.
Bu durum, romanın etik etkisini sorgulamayı gerektiriyor mu sizce de?
Bu yazının başlığı pekâlâ “Paul Lynch’in Peygamberin Şarkısı Üzerine Rahatsız Edici Bir Okuma” olabilirdi. Çünkü bulunduğumuz coğrafya açısından zaten çok iyi bildiğimiz olayları okumak, yoğun bir sıkışmışlık hissi yaratıyor.
İtiraf edeyim: Eğer bu kitabı kurucusu olduğum Suare Kitap Kulübü ile birlikte okumasaydım, kesinlikle yarıda bırakır ve başka bir zaman tamamlamayı düşünürdüm. Bu kadar bildik acıları bir kez daha edebiyat formunda yaşamak bana ağır geldi.
Trier filmlerini hatırlatan karanlık atmosfer
Romanı sevmediğim için değil; rahat hissetmediğim için yarım bırakmak istedim. Lars von Trier filmleri gibi (özellikle Karanlıkta Dans ve Dogville), karanlık bir evrene sıkışıp kalıyorsunuz. Peygamberin Şarkısı da okurunda benzer bir duygu yaratıyor.
Paul Lynch’in anlatısı da zaten okuru “rahatsız etmek” üzerine kurulu. Bu rahatsızlık bilinçli ve sistematik, Trier filmleri gibi.
Lynch, yazım dilini bile bu amaca göre düzenlemiş. Tüm roman, diyalog işaretleri kullanılmadan, uzun paragraflarla, dümdüz yazılarak; biçimsel olarak da okuru nefessiz bırakıyor, kesintisiz bir gerginlik yaratıyor.
Deli Dolu Yayınları’ndan, Mert Doğruer’in çevirisiyle okuduğumuz romanın konusundan kısaca söz edeyim: “Alternatif İrlanda” diyorum ama bu açıkça belirtilmiyor. Yine de yazarın söz ettiği yerin kendi ülkesi olduğunu anlıyoruz.
Hikâye, dört çocuk annesi bir biyoloji öğretmeni olan Eilish Stack’in etrafında şekilleniyor. Ülkede ne zaman ve nasıl geldiğini bilmediğimiz otoriter bir rejimin yükselişi söz konusu.
Olaylar, Stack ailesinin babası Larry’nin gözaltına alınması ve ardından kaybolmasıyla başlıyor. Baba, sendika üyesi bir öğretmen. Ne yazık ki Larry eşi Eilish’in ısrarıyla görüşmeye gidiyor ve bir daha kendisinden haber alınamıyor.
Babanın öğretmen olması ilginç tabii; totaliter rejimlerin ilk hedeflerinden birinin eğitim olduğunu göstermesi bakımından.
Bir annenin ailesini koruma çabası
Eilish, hem kocasının akıbetini öğrenmeye çalışıyor hem de çocuklarını ve bakmak zorunda olduğu babasını giderek sertleşen faşist düzende hayatta tutmaya çalışıyor. Ancak romanda asıl anlatılan şey bir “olaylar zinciri” değil; bir toplumun yavaş yavaş çöküşü, bireyin buna alışma süreci ve hayatta kalmanın nasıl politik bir araca dönüştüğü.
Bir mikrobiyolog olan Eilish, İrlanda faşizme ve iç savaşa sürüklenirken gördüğü baskıya ve yaşadığı onca acıya rağmen her şeyi metanetle kontrol etmeye çalışıyor. Ancak akış o kadar kuvvetli ki sürükleniyor. Yazar Eilish’i bize bir kahraman gibi sunmuyor zaten; o bir devrimci değil, bir anne.
Eilish, sistemin karşısında direnen bir karakterden çok, sistemin içinde ezilen ama hâlâ insan kalmaya çalışan bir anne. Onunki bir direniş hikâyesi değil; ama teslimiyet de değil. Tamamen hayatta kalma içgüdüsü.
Çocukların büyüğü Mark, on yedi yaşında ve askerlik çağında. Eilish onu sisteme kaptırmak istemiyor; ancak Mark, rejime karşı savaşmak için direnişe katılıyor. Küçük oğul Bailey ise sessiz, içine kapanık ve onu dramatik bir son bekliyor.
Eilish’in iki çocuğu daha var: Kızı Molly ve henüz bir bebek olan Ben. Başlangıçta istemese de Eilish, kalan çocuklarının geleceği için gitmek zorunda. Totaliter rejimlere karşı umudun simgesini hâline gelen denize açılmak durumunda.
Roman boyunca isimleri unutulan, yalnızca “bir adam”, “bir memur”, “bir kadın” diye anılan yan karakterler de var; birey olma yetisini kaybeden kitleleri simgeliyorlar. Ama roman boyunca kötülük, bir karakter olarak karşımıza çıkmıyor; bir atmosfer olarak hissediliyor.
Başkalarının acısından uyarı devşirmek!
Roman hakkında daha fazla detaya girmeden, kendi izlenimlerime geri döneyim. Dediğim gibi, Peygamberin Şarkısı benim için bir “gelecek uyarısı” değil; zaten yaşanmış ve hâlâ yaşanan bir felaketin edebî kaydı.
Bu romanı sevdim mi?
Emin değilim.
Ama beni düşündürdü mü, sarstı mı, rahatsız etti mi?
Kesinlikle evet.
Bazen edebiyatın işi tam olarak da bu değil mi? Evet ama şerhim var.
Sonuçta bir kitap, okuru pasif bir tanık olmaktan çıkarıp duygusal olarak içine çekiyorsa; kesintisiz ve boğucu diliyle anlatılan baskıyı okuruna bizzat yaşatabiliyorsa, okunmayı hak ediyordur.
Peygamberin Şarkısı, aynı zamanda totaliterliğin nasıl yavaş yavaş kurulduğunu görmek, sessizliğin bir siyasi araç olduğunu anlamak, annelik ile hayatta kalma arasındaki etik gerilimi kavramak için de okunabilir.
Her ne kadar bana fazla gelse de distopya denen türün ne kadar “şimdiye” ait olduğunu fark etmek için okunması gerektiğini düşünüyorum.
Yazar ilhamının Suriye sorunu, mülteci krizi ve Batı’nın kayıtsızlığı olduğunu belirtmiş. Ama yine de başkalarının yaşadığı acının bir “uyarı kurgusu”na dönüşmesinin etik bir sorgulamayı beraberinde getirdiği görüşündeyim. Sonuçta rahatsız etmek başka, acıyı araçsallaştırmak başka. “Acı pornosu” bıçak sırtında bir konu; bir meseleyi görünür kılmakla onu teşhir etmek arasındaki sınır çok ince.
Empati mi, korku mu?
Roman üzerinden geliştirilen empati duygusunun da yanlış yorumlandığını düşünüyorum. Empati; kendini bir başkasının yerine koymak, onun ne hissettiğini içselleştirerek hissetmekse… Bu romanda kimse kendini Suriye’deki, Afganistan’daki ya da herhangi bir yerdeki insanların yerine koymuyor. Roman daha çok, “Ya bir gün ben de bunu yaşarsam?” dedirtiyor.
Evet, romanda “geleceğin karanlık ihtimali” olarak tasarlanmış bir hikâye var; ama bu simülasyon empatiyi mi, korkuyu mu tetikliyor, tartışılır. Bu nedenle soruyorum: Binlerce insanın yaşadığı iç savaşları, kayıpları, göç yollarını “Batı’da bir gün böyle olabilir” fikriyle kullanmak etik açıdan ne anlama geliyor?
Booker jürisi, romanı “demokrasinin kırılganlığına dair rahatsız edici ama gerekli bir anlatı” olarak nitelendirerek ödül verdi. Bu yorum bile tamamen Batılı okura yönelik değil mi?
Umarım ben fazla hassas düşünüyorumdur; ama edebiyat bu soruları sormadan geçebileceğimiz bir alan değil.
Son söz olarak bir alıntı bırakayım kitaptan, yine bilindik ama hatırlamakta fayda olan.
Bir şeyin başka bir şey olduğunu söyler ve yeterince tekrar edersen o zaman onun öyle olması gerekir, tekrar tekrar söylersen de insanlar bunu hakikat bilir, eski bir fikirdir bu tabi, yeni bir şey sayılmaz ama sen de yaşadığın dönemde gerçekleşirken seyrediyorsun işte, kitaptan okumuyorsun.
Künye
Çevirmen: Mert Doğruer
Yayın Tarihi: 28.08.2024
Orijinal Adı: Prophet Song
Sayfa Sayısı: 240
(NK/AB)







