Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar...
Ingeborg Bachmann
Tarihteki büyük kıyımlar muktedirler çok güçlü olduğu için mi yoksa birileri göz yumduğu için mi gerçekleşmiştir? Faşizm sadece bir otorite tarafından kitlelere mi uygulanan bir yönetim biçimi midir? Bireysel ilişkilerimizde karşılıklı uyguladığımız faşizm büyük resmin neresinde duruyor? Bu sorulara kendimce yanıtlar ararken aklıma Petra von Kant’ın Acı Dolu Gözyaşları filmi geldi. Rainer Werner Fassbinder’in aynı isimli tiyatro oyunundan sinemaya uyarladığı 1972 yapımı filmin ana ekseni üç kadının güç-iktidar ilişkisi ekseninde ilerliyor.
Filme geçmeden evvel Rainer Werner Fassbinder’e değinmek lazım, kendisi Yeni Alman Sineması’nın en üretken kötü çocuklarından birisi olarak anılır. 1982 yılında aşırı dozdan öldüğünde ki ölümü birçok çevrede Yeni Alman Sineması’nın sonu olarak kabul edilmiştir, geride 40 film, iki mini dizi ve 24 tane tiyatro oyunu bırakmıştı. Birçok filminin senaryosunu kendi yazdığı gibi hem kendi filmlerinde hem de diğer yönetmenlerin filmlerinde oynamıştı. Fassbinder, kışkırtıcı filmleriyle insanları rahatsız etmeyi seven bir yönetmendi. Burjuvaziye olan nefretiyle birlikte, yalnızlık ve bireyler arası iktidar ilişkilerine odaklandığı hikayeleri şiirsel film isimleri, bir tabloyu andıran sahneler ve uzun diyaloglarla süslüyordu.
Filme dönersek Fassbinder, hikayeyi bize çoğunlukla Petra’nın yatak odasından anlatmayı tercih ediyor. Elzem mobilyalar ve bir kaç çıplak vitrin mankeni haricinde odada fazlaca eşya yoktur. Odadaki en ilginç şeylerden biri de duvardaki Poussin'in dev Midas ve Bacchus (1630) reprodüksiyonudur. Bu tablonun filmdeki aktörlerden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çıplak ve yarı giyinik erkeklerin resmedildiği tablo odadaki baskın konumu ve filmde yeri geldikçe karakterlerin önünde durdukları yerler açısından simgesel bir öneme sahiptir. Bu noktada filmde hiç erkek oyuncu olmadığını söylemek lazım, tablo zaten bu işlevi yeterince görüyor.
Filmdeki bir diğer önemli simge de Petra’nın ruh hallerini temsil eden peruklar. Filmin ilk ve son kareleri hariç Petra ruh haline ve gücüne göre peruklar takar. Karin’i etkilemek isterken kabarık afro bir peruk takarken ipler Karin’in eline geçtiğinde Petra’yı kızıl bob stil bir perukla görürüz. Karin onu terlettiğinde ise sarı bir perukla karşımıza çıkar Petra... Gücünün tükendiği yerlerde ise Petra peruksuz ve makyajsızdır.
Kapitalist sistemde kadının iktidar alanı görünüşü ile sınırlandırılıyor. Ne kadar güzel o kadar güçlü... Ne kadar gösterişli o kadar haklı...
Filmde karakterlerin arasındaki iktidar ilişkisi uzun ve durağan diyaloglarla izleyiciye anlatılıyor, sahne o kadar durağan ve sakin ki Fassbinder, izleyiciye sanki yatağın diğer köşesinde oturup onları dinliyormuşçasına bu konuşmaya tanıklık yaptırıyor. Petra’nın hayatındaki iki kadınla kurduğu güç ve iktidar ilişkisi inişli çıkışlı bir seyrini merakla izliyorsunuz. Kendinizi sürekli taraf tutarken buluyorsunuz; kâh Karin’in gönüllü tutsaklığına olan isyanına kâh Petra’nın Karin’e sık sık hatırlattığı “seni ben yarattım” çıkışına hak veriyorsunuz.
Burada bir duralım. Petra ve Karin arasında hem sevgililik hem de bir işçi-işveren ilişkisi var. Petra hem iş hem para sağlayan kişi, Karin ise sadece güzel. Beş parasız, kocasından sıkılıp bir gemiye atlayarak Bremen’e geliyor ve Petra ile tanışıyor. Manken olma arzusu Petra tarafından karşılanıyor, elbette bir bedeli var...
Petra’ya göre Karin’in tek yapması gereken vücudunun güzelliğini korumak ve onu memnun etmek ancak bu Karin’e yetmiyor. Karin mutsuz, bir erkekle sevişmek istiyor, özgürlüğünü geri istiyor çünkü mankenlik ve şöhret için ödediği bedelin yeterli olduğunu düşünüyor. Bir bedel ödemesi gerekiyordu, ödedi. Artık kendi yoluna gitme vakti geldi. Petra ile yaptıkları kavgalarda birlikte olduğu erkeklerin penis boyundan bahsederek Petra’yı yumuşak karnından vurmaktan çekinmiyor, Petra da buna karşılık Karin’e şişmanlayıp vücudu bozulursa bir hiç olacağını ve herkesin yerine birinin bulunabileceğini acımasızca hatırlatıyor –yine toplumsal kadınlık kodları ve güzellik kuralları devreye giriyor anlayacağınız. Buna rağmen Karin, Petra’yı terk ederek kocasına dönüyor. Petra Karin’in bu kararıyla yıkılsa da yolculuk için istediği paranın iki katını kendisine veriyor. Bunu giden sevgiliye son bir cömertlik olarak okumayın sakın, Petra Karin’e “mutluluğun ve seçimlerin benim parama bağlı” diyor aslında.
Karin tarafından terk edildikten sonra ilk doğum gününde annesi, kızı ve kuzeni Petra’nın evine gelirler. Petra öyle derin bir bunalımdadır ki yatak odasını bomboş görürüz. Hiç bir eşya yoktur sadece pelüş bir halı ve bir telefon. Petra, çaresizce Karin’den telefon bekliyor. Beklenen telefon gelir ve Karin “belki bir gün tekrar buluşuruz” diyerek Petra’yı bir kez daha hayal kırıklığına uğratıyor. Bununla birlikte Petra bir sinir krizi geçiriyor ve ailesiyle kavga etmeye başlıyor.
Annesi, Petra’nın bir kadına aşık olmasına çok şaşırıyor ve bunu kabul edilemez buluyor. Petra da annesini her zaman kocasına bağımlı bir hayat sürmekle ve asla kendi hayatını kuramamış olmakla suçluyor. Oysa kendisi kocalarına bağımlı kalmamış, onlarsız hayat kurabilmiş ünlü ve aranan bir modacı olmuştur. Annesinin seyahatleri için gereken parayı Petra veriyordur. Anne-kız ilişkisi her daim sorunlu ve rekabetçi bir iktidar ilişkisi. Toplumsal cinsiyet kuralları anne-kız ilişkisini de şekillendirir. Kız anneyi geçmeye çalışır, anne ise kızı dizinin dibinde dursun ve onun istediği gibi yaşamasını bekler.
Kuzeni ise doğum günü hediyesi olarak Karin’e benzeyen sarışın bir bebek getirmiştir ancak Petra kuzenini de istemez ve onu kovar, kuzeni yine de gitmez. Kuzeninin Petra’nın hayatındaki yeri önemli, çünkü hem en yakın arkadaşı hem de Karin’i onunla tanıştıran kişi kuzenidir. Kuzeni Petra için konfor alanıdır, yanında peruksuz ve makyajsız oturabilir, ona kötü giden ilişkilerinden rahatça bahsedebilir ancak bunlar da Petra için yeterli değildir.
Birlikte yaşadığı sessiz ve itaatkâr asistanı Marlene’ye gelince Petra, onunla sado-mazoşist bir ilişki kurmuştur. Karin Petra’nın yanına taşındıktan sonra Marlene de evde kalmaya ve Petra’nın özel işlerini yapmaya devam eder. Karin hayatlarında yokken Petra ve Marlene’nin nasıl bir ilişkisi varsa öyle devam eder ancak Marlene bu yeni ilişkiden rahatsızdır. Bunu, Karin ve Petra yatakta uzun uzun konuşurken hınçla çıkardığı daktilo seslerinden anlarız. Bunun dışında Marlene konuşmaz, kendisine söylenen hiçbir şeye cevap vermez sadece boyun eğer. Petra Marlene’yi bir hizmetçi gibi kullanır, sürekli emirler yağdırır, hiç teşekkür etmez, ona şefkat göstermez. Öyle ki bu durum Karin’i bile rahatsız eder ve Petra’ya Marlene’ye niye böyle davrandığını sorar. Petra’nın cevabı ilginçtir; “İnsanlar korkunç Karin, her şeye dayanıyorlar...”
Bir istismara dayanmak, bir şekilde rıza göstermek ya da boyun eğmek istismarın öznesinin korkunçluğu mudur? Petra iktidarının haklılığından öyle emindir ki Marlene’ye kötü davranmasının Marlene’nin suçu olduğuna derinden inanıyordur. Filmin sonunda görürüz ki bu Marlene’nin suçu değil tercihidir.
Petra hem Karin tarafından hem de ailesi tarafından terk edince üzüntüden yataklara düşer. Petra yatakta peruksuz en yalın haliyle uzanmış bir halde Marlene’den af diler. İşte tam burada güç el değiştirir ve Marlene’ye geçer. Marlene hiçbir şey söylemeden valizini toplar, Petra’ya hediye gelen oyuncak bebeği de alarak evden çıkıp gider. Yalnız ve reddedilmiş bir kadını bir kez daha terk ederek kimin daha zalim olabileceğinin asla belli olmayacağını ya da herkesin zamanı geldiğinde zalim olabileceğini bir kez daha hepimize hatırlatır Marlene.
Film hakikaten de Petra’nın acı dolu gözyaşlarıyla biter ancak bu çok uzun sürmeyecek çünkü bu bir döngü. Petra kısa zamanda kendine itaat edecek başka bir asistan ve onu sömürecek başka bir genç sevgili; Karin kocasından sıkılınca yeni bir hami, Marlene de kendisine yeni bir efendi bulacaktır. İktidar bumerang gibi sahibine dönecektir.
Baştaki sorulara geri dönelim ve gerçeklerle yüzleşelim o zaman. Faşizm sadece otoriteler tarafından kitlelere mi uygulanır? Bireyler arasındaki mikro faşizmin yıkıcılığını ve katmanlaşarak topluma olan etkisi için ne yapacağız? Çevremizdeki mikro faşizme göz yumarak ondan uzak kalsak bile kendi küçük dünyamızdaki faşizmi nasıl yeneceğiz? Yenmek istiyor muyuz gerçekten? Yoksa hepimizin içinde bir faşist mi var? (CC/EA)