Hatırlarsınız, uzun bir süre "İtilmiş ve Kakılmış" adlı iki karakteri izledik televizyonlarda. Kakılmış (kadın) ve İtilmiş (erkek) evli ve sürekli dövüşen birer çifti canlandırıyordu. Kakılmış adına münhasıran sürekli dayak yiyor, eli yüzü mütemadiyen dayak yediğinin göstergesi olarak mora çaldırılıyordu makyajla.
İtilmiş'in çizgili pijaması, rakı sofrası, koca göbeği (Yurdum insanı tipi der gibi) gözlerimize gözlerimize sokulurken, Kakılmış'a her el kaldırdığında biz 1000. çekirdeğimizi çıtlıyorduk. Nasıl iş ki uzun yıllar bunda bir garabet var denilmedi. Yayından kaldırılmadı. Gerçeğin tiyatral gösterisi olmasından olsa gerek bu ikili kimsenin uyuşmuş, alışmış, miskinleşmiş algısına batmadı. Bir de yabancısı değildik bu itme ve kakma meselesinin.
Zaten on yerinden bıçaklanan, etleri lime lime edilene kadar dövülen kadınlara, ev içi tecavüzü tecavüzden saymayan bir toplum düzenine, devletin ilgili kurumlarının şiddet gören kadını "Evine dön" nasihatleriyle şiddet yuvalarına tıpış tıpış geri göndermesine ve daha nicelerine o kadar alışmıştık ki, gerçeğin bu "güldürme" amaçlı trajik hali ağrımıza gitmemişti.
Her şey bir televizyon programıyla başlamamıştı elbet. Dert; süren ve gün geçtikçe katmerleşen kadının çilesine, medyanın tutumu böyle mi olmalıydı sorusunun etrafında fink atıyor. Toplumun tarifinde geçen ataerki, gene o toplumun seçtiği vekillerin bu ataerki üzerinde kurduğu dil de cabası.
Münevver Karabulut öldürüldüğünde tam tamına 18 yaşındaydı. (3 Mart 2009'da) Her aşk ayrı yaşta ayrı güzel ama o yaşlarda aşkın çocukluk romantizmleri daha bir elverişli olur bünyede. "Ne yaptım ben!" sorgusu zırt pırt üşüşmez tepenize. Onun yerine "İstedim, oldu. Yaptım, oldu" gelir.
En hesapsız aşk vakitleri diyelim. Diyelim de öyle olmadı işte. Cinayetin hesabı kitabı yapıldı. Gencecik bir kadın cümlelere dökülemeyecek, tekrar tekrar anlatılması yakınlarını, sevenlerini üzecek türden bir cinayetle öldürüldü.
Suç ilk önce cinayeti işleyen delikanlının yaşadığı toplumdaydı ve daha sonra o toplumdan çıkmış delikanlı çocukta. İtilmiş ve kakılmışı izleyebilen, ikinci sayfa gazete haberlerini "kadın cinayetleri bölümü" olarak bellemiş toplumdan ne beklenirdi, ne beklenilmezdi?
Ki bu sorular kıytırık medyadan çıkardığım detaylar. Gene bu toplumun başbakanının Münevver Karabulut cinayeti üzerine söylediklerine bakarsanız, tedaviye -devrim düşü pratikleri de diyebiliriz- nereden başlayacağınızı şaşırırsınız. O sözler:
"Kendi başına bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya."
Cinayete getirilen yorum böyleydi. Üstüne yapabileceğiniz bir şey yoksa eziyetli eziyetli susabilirsiniz.
Dilşat Aktaş, atılan gaz bombası nedeniyle Artvin'in Hopa ilçesinde hayatını kaybeden Metin Lokumcu için Ankara'da düzenlenen bir eyleme katılmıştı. (31 Mayıs 2011) Sanırım o vakit öyle gerektiğinden ve anca rahatlayabileceğini düşündüğünden bir panzerin üzerinde Lokumcu'yu öldürenlere öfkesini kusuyordu. Ve aynı günün akşamı "Polis müdahalesiyle" kalça kemiği kırılmıştı.
("Polis müdahalesiyle" dile sızmış, devlet güvenlik birimlerine verdiğimiz hakka dikkat edin.)
Bunun üzerine gene bu bahsettiğimiz toplumun Başbakanı şu sözleri sarf etmişti:
"Bu sabah bakıyorum bir televizyon kanalında Ankara'da bir polis panzerine tırmanan bir tane kız mıdır, kadın mıdır bilemem."
Eziyetli eziyetli gene susun.
Tarih 25 Mayıs 2012. Kusura bakılmasın. Takvimsel zıplamalar yapıyorum. Arşiv kalabalık. Seç seç kus. En akılda kalacak pişkinlikleri seçmeye çalışıyorum. Devam edelim. Başbakan'dan bir açıklama daha geliyor:
"Sezaryene karşıyım. Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum. Buna kimsenin müsaade etme hakkı olmamalı."
Sözlerin tartışılabilir ya da tartışılamaz olduğu ayrı konu. Lakin söyleyenin kadına bakış sabıkası ve oturduğu koltuğu tercihen diktatörlük hakkını vererek kullanması akla "Belliydi. Devletin eli oraya da uzandı"yı getirtiyor. Yani biliyoruz ve hatta eminiz ki zırcahillikten değil bu kelamlar.
Sosyal medya bu sözlerin eleştirileriyle çalkalanırken bir gün sonra Başbakan'dan bir başka açıklama daha geliyor:
"Yatıyorsunuz kalkıyorsunuz Uludere diyorsunuz. Her kürtaj bir Uludere'dir diyorum.''
Bu sözlerin ne anlam ifade ettiği üzerine fazlaca kafa yormayın. Sözün sahibinin de sarih bir açıklama getirip getiremeyeceği üzerinde şüpheliyim. Biraz gündemi değiştirme, oyalama ve biraz da bir gün önce gelen olumsuz eleştirilerin hıncını bir üst basamak daha tahrik ederek ödeşme tekniği.
Ama kim derdi ki Başbakan'ın dünya görüşündeki "kadının yeri" bir gün gelecek kendini devletin faili olduğu bir katliama emsal örnek olabilecek şekilde aynı cümleye sığıştırılabilecek.
Yoksa Münevver Karabulut cinayeti sonrası dedikleri tüm bu olacakların karinesi olabilecek kadar cüretsiz değil miydi? Ya da "Kız mı kadın mı bilemem" zihniyeti fenalığı açısından az mı anlam ifade etmişti.
''Kürtaj''ın Uludere'ye bağlanmasının adına faşizmin ya da en doğru tabirle tiranlık ilanını vermiş iktidarın rahatlayan dilinin pervasızlaşması diyebiliriz.
Uludere Katliamı sonrası devletin üstlendiği kayıtsızlık, pişkinlik halihazırda elimizde dururken birbirine eklemlenen dünya görüşleri ülkeyi sadece bir iç savaşa değil kavramların yerli yerinde durmaya inat eden anlamlarını derdest edip, ahlakın "politikada da olsa dahi" elzemliğini acı bir şekilde hatırlatıyor bizlere.
Elini yüzünü gözünü kabaca tarif ettiğim toplum adına konuşamam ama en azından bir kesim adına eziyetli eziyetli susmayı daha ne kadar başarabiliriz diye merak etmekteyim. (FG/HK)