“Peri Gazozu” doktor, senarist, oyuncu, yazar Ercan Kesal’ın İletişim yayınlarından çıkan kitabının adı. Kitap çıktığı gibi aldım, çünkü insanın ‘derin’ hallerinden bir demet hikâye okuyacağımı biliyordum. Kesal’ın eylemleri (oyunculuğu, senaryoları, kitapları, röportajları), benim için izlenirdir. Hele “Bir Zamanlar Anadolu” filmindeki muhtar rolüyle çarıklı erkânı harp tipolojisini harika bir biçimde ortaya çıkaran Ercan Kesal nasıl izlenmesin ki?
Kesal’ın 198 sayfalık mütevazı kitabı, anılardan oluşuyor. Kısa ve yalın hikâyeler bunlar. Çocukluğun, gençliğin, okul yıllarının, meslek yaşamının anlatıldığı her bir anının merkezinde insan var. Sıcak, sevecen, ürpertici, itici, korkunç, nostaljik, sarsıcı, kasvetli, velhasıl insanın hallerinin yalın ama etkili cümlelerle boğum boğum dizildiği kitap, demek bunlar da varmış cinsinden.
Avanoslu yazarın çocukluğu da, mesleki yaşamının ilk uzun dönemleri de taşra da geçmiş. Anıların büyük kısmı çocukluk ve doktorluk dönemine ait. Çocukluk, insanın haritasının şekillendiği dönemdir. Özlemle anılan, zorlukların dahi mutlulukla yad edildiği dönem. Sorumlulukların daha az, oyun alanlarının daha geniş, hayal kurmanın mutluluğunda uçarı, merak ve öğrenme güdüsünün önde olduğu çocukluk. Gelecek zaman kaygısından uzak, ırmakta yüzmenin, gazoz satmanın, top oynamanın, kuru ekmek ile üzüm yemenin keyifli günleri. Ve kirli bir dünyanın farkında olmamak! Yeni Türkü’nün söylediği Murathan Mungan’ın o güzelim “Telli Telli” şiirinde, “Biz büyüdük ve kirlendi dünya” diyor ya… Çocuk, ‘günahtan’ ve kirden bağımsız, ama günahın ve kirin bir adayı olarak büyüyecek. Büyüdüğünde kirlenecek dünya ya da kirlenmiş dünyanın milyarlarca üyesinden biri olacak. Hepimiz öyleydik!
Kesal’ın çocukluk anılarına yoğunlaşmasından hareketle yetişkinlikle birlikte kirlenen/kirletilen bir dünyayı mesleki yaşamının içinden anlatması, salt bir nostaji duygusu değil. Kesal’ın kitabı, sevgili Nazım’ın dediği gibi, “Memleketimden İnsan Manzaraları”.
Katranlı bir yer altı ırmağıdır memleketimde ensest!
Doktor olması nedeniyle çeşitli vakalarla karşılaşan yazar, kitabında birkaç ensest, tecavüz ve fiili livata vakası anlatır. İnsanın okurken bile içi kaldırmıyor.
Babasının, amcasının, dayısının ya da ağabeysinin tecavüzüne defalarca maruz kalan küçük kız çocukları…
Gelinine tecavüz eden kayınpederler…
Amcasının, dayısının veya bir başkasının fiili livata ilişkisine maruz kalan oğlan çocukları…
Yazar, bu tür vakaları tabiplik ve adliyelik bir dille yazmamasına ve çok kısa tutmasına rağmen, okurken bile insanın içi kaldırmıyor.
Bu ülkede araştırılacak, yazılacak o kadar çok alan var ki…
Bu toplumun arkeolojisi toprak altında hala. Ortaya çıkanlar da bir buzdağının görünen kısmı. İddialı bir söz etmiş olmaktan kendimi sakınırım, ama ne yapar bu üniversitelerin sosyal bilimler, özellikle de sosyoloji bölümleri?
Bu toplum kazılmalı. Yeryüzünde pek hissedilmeyen ama yer altında gürüldeyerek ve girdaplar oluşturarak akan o kanlı ve zalim ırmağa ulaşılmalı. Kharon’un katranlı ırmağına. Bir farkla; Kharon’un katranlı ırmağı ölüler diyarında akarken, bizim gibi toplumlarda canlılar dünyasında akmakta! O ırmağı açığa çıkarmadan onu kurutmak, hiç değilse azaltmak mümkün değil. Yıllarca ve yıllarca bilinen, içten içe yaşanan, ama ilişkilerin akrabalıkla, ayıpla, gelenekle örtüldüğü, adliyelere yansıyan vakaların tozlu raflarda yitmeye bırakıldığı ve sözlerin suskunluğa gömüldüğü bir toplumuz. Kitabı okudukça içim acıyor.
İçim öylesine acıyor ki, riyakârlığın bu denlisine pes diyorum. Namus düşkünlüğünün insan hayatıyla özdeşleştirildiği ve namusa atfedilen değerlerin çıtasının bu denli yüksek tutulduğu bir toplumun yüzünün/görünüşünün gerisinde alabildiğinde diplerde sürünen namus alçaklığının yaşanması bir çelişki olmasa gerek. (Belirtmeliyim ki, namus kavramını yükseklik, alçaklık şeklinde değerlendirmiyorum. Cari olanı ifade etmek için bu iki zıt sözcüğe başvurdum).
Erkek egemen toplumun cinsel kültürüyle siyasi kültürü arasındaki doğrudan izlere kitapta yer yer rastlanıyor. Özellikle buna benzer kitapların bolca okunması gerektiği kanısındayım. Çünkü siyaset, salt sözcükler dizininden/satırlarından ibaret değil. Siyasetin öznesi olarak o insanın içinden geldiği ailesel/toplumsal koşullar ve kültür çok önemli. Eğer işin bu toplumsal kısmını analiz edemezsek, ülke siyasetini ve siyasetçisini de gereği gibi analiz edemeyiz. Bu düşüncemi hemen siyaseti bireye indirgiyor deyip elinizin tersiyle iterek, sınıf siyasetinin esas olduğundan dem vurmayın. Elbette bireyin içinden geldiği koşullarla öznesi arasında bir özdeşlik veya mutlak bir paralellik kurmuyorum. Ancak işin bu kısmını da çok önemsiyorum. Edebiyatın varlığının kaynağı ve okumasının da zevki burası olsa gerek. Kısacası ülkemiz siyasetçilerinin ve siyaset dilinin arka planını çözümleyebilmek, toplumsal bir ‘arkeolojiyi/antropolojiyi’ gerekli kılmakta. İşte Ercan Kesal ve onun gibilerin böylesi kitapları, küçük de olsa toplumda bir kazı yapıyorlar. Hatta bir kalp kırığını, kanayan bir yüreği, küçük çocuğun korku dolu gözlerini, acıyla kasılmış bir suratı ortaya çıkarıyorlar. Binlerce tavrın binlerce mühür tabletleriyle dolu Anadolu.
Yazarın, 12 Eylül faşizmi döneminde yaşadıklarından kitabında yer verdiği hikâyelerin benzerlerini mutlaka hem de çok sayıda yaşayanlarımız vardır. Anıları okurken 30 yıl geriye doğru bakıldığında hem çok yakın hem çok uzak günler intibaını yaşıyor insan.
Bu ülkede bazı konuların istatistikleri yapılmaz
İktidarın elinde istatistik, bazı alanlarda şapkadan tavşan çıkarmak için kullanılır. Örneğin enflasyon hesapları, okur-yazar oranları, trafik kazalarının nedenleri (hiç yola kusur bulmazlar), refah seviyeleri, mutluluk ölçümleri gibi… Ancak devletin ideolojik ve siyasi aygıtlarınca tasarlanmış bir toplum sistemine zarar verebilecek her türlü alanın ne istatistiği ne de araştırması yapılmaz. O alanlarda salt iktidarın açıktan ya da teamül gereği bir sansürü olduğu gibi, bir de kişi veya kurumların otosansürleri vardır.
İstatistiği yapılmayan ve sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranılan alanın başında ensest gelir! Fiili livata, tecavüz, küçük çocuklara uygulanan şiddet ve cinsel istismar, intiharlar, hayvanlarla cinsel ilişki, cinsel eğilimler gibi alanlarda neler olduğunun üzeri iktidar ve suçlunun çevresince örtülür. Bu iki kesim arasında sanki zımni bir işbirliği vardır. ‘Olan olmuştur, bunu açığa çıkarmanın kimseye hiçbir faydası yoktur, taraflar zaten bir arada yaşamaya mecburlar, ne diye fiili işleyeni cezalandırarak aile mağdur edilsin, şeytana uyulmuş işte, büyütmenin anlamı yok vs.’ Ya da töre cinayetleri için ceza indirimleri ve kimi tecavüz olayları için ise tecavüzcüsüyle evlendirme ‘işkencesi’ yoluyla olayların üzeri örtülür.
Ercan Kesal’ın kitabı bana bunları tekrar düşündürttü. Hikâye edilenlerle kafamdaki olay örnekleri daha bir zenginleşti. Yaşam ile ölüm arasındaki mesafeden oluşan hayatın, zaman ve mekân içerisindeki sonsuz çeşitliliğinden kesitler taşıyan kitap, daha çok taşranın kasveti ve çocukluğun masumiyeti üzerinde durmakta. Anılarında anlattığı kişilerin hayatlarının rejimle bağlarını kısa cümlelerle kuran yazar, bu yolla insanın kuşatılmışlığını ifade ediyor. Bunu yaparken yazarın kendisinin de bu kuşatılmışlığın bir parçası olduğunu acılarını, hüzünlerini, özlemlerini anlatmasından anlıyoruz.
Kesal, bildiğimiz bütün tezat kavramların varlığında bir hayat anlatıyor. Her şey ve hepsi insana ait; iyisiyle, kötüsüyle; güzeliyle, çirkiniyle vb.
Peri Gazozu, diğerkâm Ercan Kesal’dan diğerkâm tatlarla dolu.(HŞ/HK)