Aslında nerede kaybediyoruz biliyor musunuz: planlamalarımızı uzun vadeli yapmayarak! Hangimizin, hangi çalışma alanının, neredeki mahalle veya kent çalışmasının beş yıl sonrasına, 10 yıl sonrasına dair bir öngörüsü, beklentisi hedefi var? Mutlaka, yaşanabilir bir dünyanın haritasında, bir ideolojinin izinde ilerleniyor. Ancak o büyük resmin dışında, kendi yaşamımıza uyarladığımızda, ne yazık ki en fazla birkaç aylık hareket alanımız belli. (kimileri 2023’e çıtayı yükseltirken…)
Bu kadar gündelik işlerle meşguliyet, yarın’ı, sonrasını gözden kaçırmamıza neden olabiliyor. Bunu en çok doğa-ekoloji sorununda görüyoruz. Milyonlarca yıllık olgunluğuyla sürekli veren, ilklerimize dayanan ilişki ağıyla ayakta duran doğanın, çevrenin ne kadar hakkını verebiliyoruz?
Sadece bugünkü “barış” süreciyle biraz değerlendirip bakalım. Savaşın hesabını yapıyoruz. Yüreğimizdeki acı kaybettiğimiz her insan kadar, köyümüzün yok olan yeşilliği de oluyor: “Yemyeşildi buralar. Ağaçlardan göğü göremezdik. Buranın narlarının tadı hiçbir yerde yoktu”. “Meşe ağaçları doluydu bu tepeler. O palamutları toplar satarlardı”. “İpekböcekleri doluydu. Hepsi yandı gitti”…
Geriye dönemediğimiz koca bir tarihimiz, geçmişimiz var. Kaybettiğimiz çok şey var. Canlarımız kadar toprağımız da. Boşaltılan köylerde sadece insanlar ve yaşam değil, doğa da katledildi.
Doğaldır ne yazık ki can havliyle yaşandı her şey. İnsanlar canlarını zor kurtardılar. Savaş haliyle gidenler gitti, kalabilenler kaldı.
30 yılın savaşında, kirlettiğimiz sadece yüreklerimiz, ceplerimiz, zihinlerimiz değil aynı zamanda doğa da oldu. Savaşın tüm artıkları hem geçmişimizde, hem yüreğimizde hem de maddi olarak toprakta, yeşilde, havada ve suda kaldı. Mayınlar, bombalar, kurşunlar, kimyasallar… Toprağın altında canlarımızla birlikte yatıyor. Nasıl ki kardeşimizin, babamızın, arkadaşımızın acısı yüreğimizdeyse, toprakta bu acıyı, yani bütünen savaşı yüreğinde taşıyor.
Savaşta hesapladıklarımızın bin katı bitki, ağaç, hayvan türü katledildi, Kürdistan coğrafyasına özel türler yok edildi veya bu tehlikeyle karşı karşıya…
Aynı zamanda tarihi ve kültürel alanlar, yapılar. İnsanlığın dönüm noktalarını geçirdiği, ilk adımlarını attığı, ilk buluşlarını gerçekleştirdiği bu coğrafyanın, üzeri dumanlı, tozlu tarihi mekanları… Doğa ile aynı kaderi yaşamakta. Diyarbakır’ın surları kadar, Mardin’in kiliseleri, Urfa’nın, Nusaybin’in medreseleri, üniversiteleri…
Kimin canı yanmaz Cizre’deki Birca Belek’i görünce… Yıllarca askeriyenin kışlası olarak kullanılan, tarihin üzerine mermer, fayans döşendikten sonraki hali, kimin içini acıtmaz… Sadece bu kalenin hali bile, Kürdistan savaşının bir özetidir. “Orada askerin ne işi var?”, “E savaş var”. “Ama burası tarihi bir mekan?”, “Askeri gereklilikler ve öncelikler”…
Savaşın öncelikleri, tüm kesimler için aşikar! Ve bu öncelikler uğruna yok ettiklerimiz de… Doğanın da, tarihin de bizi beklemesi, bize biraz daha dayanması gerekliliği düşünülebilir. Ama sadece bugünden bakarsak eğer… Bugünün dışına çıkıp baktığımızda da “süreç hassas”. Yaşadığımız her gün, hassas ve yoğun olacak. Zaman akıyor. Öyle veya böyle. Bizim planlayabildiğimiz, müdahale edebildiğimiz veya tersi oranında.
Şimdi barışı konuşuyoruz.
Savaşın yıkıntılarından başlıyoruz konuşmaya. Savaşımız, silahlı iki insanın veya ordunun arasındaki bir savaştan çok daha ötesiydi. Bunun tespitini yapabiliyoruz. Savaş, kentleşmede, gecekondulaşmada, yoksullukta, rant zenginliğinde, çocukta, kadında yani yaşamın bütün alanlarındaydı.
O zaman barışı da bütün bu alanlarda yeni baştan onurlu ve adil bir şekilde kurabilmeliyiz. Çocuklarımıza, onurlu bir barışı armağan ederken, bunu yaşayabilecekleri temiz bir çevre ve kendilerini bulabilecekleri tarihi varlıklarıyla birlikte sunmalıyız. Cizre’ye gelebilecek barış, meşe ağaçları, Dicle Nehri ve ayaktaki Birca Belek ile gelebilecek! Temiz bir toprağımız, suyumuz, havamız olmadıktan sonra o barışı nerede yaşayacağız? (MT/ÇT)