2023, hem Türkiye hem de dünyada ne kadar kasvetli, moral bozucu ve yorucu geçtiyse sinema açısından da o kadar zengin bir yıl oldu. 60 yıldır ilk kez SAG-AFTRA (Oyuncular Birliği) ile WGA (Senaristler Birliği) aynı anda, 4-5 aylık grevlere girmesine ve bununla birlikte pek çok film bir sonraki takvim yılına ertelenmesine rağmen çok doyurucu bir sinema yılını devirdik. Cannes programının bütün başlıklarında iştah açan seçkiler oldu, Venedik heyecan verici yapımlarla dolup taştı, Sundance fatihleri aylarca gündemde kaldı. Oscar yolunda bile yalnızca Hollywood özelinde değil dünyanın hep bir ağızdan beğeniyle andığı filmleri konuşur olduk. Sevsek ya da sevmesek de, Oppenheimer ile Barbie, çizgi roman uyarlamalarına sırtını dayamış stüdyoların tekelindeki sinema salonları için tam grev öncesi bir umut ışığı oldu. Ticari anlamda da orijinal yapımlara seyircinin ne kadar aç olduğunu hatırlattı.
Siyasi, ekonomik ya da toplumsal anlamda dünya genelinde çıkmazların yaşandığı dönemlerin kaderi hep bu aslında. Kültür sanat, bir eskapizm rutininin de parçası olarak işlev gördüğünden ilham verici ve unutulmaz başyapıtlar daima buna benzer zaman aralıklarında buluşmuş seyirciyle. 2023 de gündeme inat, sadık seyircisini salona çağıran filmlerle dolu kısacası. Gerçeği unutmayan, ama bunu alışılmışın dışında metotlarla önümüze koyan usta işi cesur yapımların ve bu gelenekten gelmese bile bütün gençliğini çoktan ateş almış bir evrende heba eden hikâye anlatıcılarının senesi kesinlikle.
Tarihi hesaplaşmalar
Yaşayan efsane Martin Scorsese'nin son filmi Dolunay Katilleri (Killers of the Flower Moon), bütün yıl sonu listelerinin vazgeçilmezlerinden biri oldu. 20. yüzyılın başlarında petrolle zengin olan Osage Halkı'nın açgözlü beyazlar tarafından uğradığı soykırımı konu alan, John Ford westernlerini hatırlatacak epiklikteki yapım, Scorsese'nin de her daim tarihiyle yüzleştirdiği ABD'ye kendi usulünde verdiği bir dersti aslında. Üç başrolü Lily Gladstone, Leonardo DiCaprio ve Robert De Niro'nun performanslarıyla büyülediği filmi Oscar yarışında da ön sıralarda göreceğiz.
Ne ilginçtir ki okyanusun diğer tarafında bir zamanlı film de kariyerinde tek bir uzun metrajlısıyla hedefi ıskalamamış Jonathan Glazer'dan geldi. Yahudi Soykırımı hakkında anlatılabilecek bir şey kaldı mı sorusuna çok sert bir yanıt veriyor, Birleşik Krallık'ın Oscar'a yolladığı The Zone of Interest'da. Hepimizin zihnine kazınmış insanlık dışı muameleleri hiç göstermeyip sadece ses tasarımında kullanarak, kötülüğün banalliği hakkında eşi benzeri olmayan bir film çekmiş Glazer. Seyircisine de film bittiğinde bu acımasızlığa uğrayanların bugünkü gündemleri üzerinden yanıtlaması güç sorular yöneltiyor.
Zalimin zulmünü sahneye koyan, senenin en iyi belgeseli demekten çekinmediğim Mariupol'da 20 Gün'ü (20 Days in Mariupol) de bu ikilinin ardından anmak şart. ABD merkezli haber ajansı AP üyesi Ukraynalı gazeteci Mstyslav Chernov, ülkesindeki savaşı bütün çıplaklığıyla gösteriyor. Rusya’nın akıl sır ermeyen işgali sırasında Mariupol'un ilk 20 gününü belgelemiş. Bilgi çağında yaşadığımızı unutmadan, savaşlar sırasında çiğnenen kanunların, insanlık dışı muamelenin dünyaya ulaştırılmasını misyon edinmiş bir iş. Filmdedeki sansüre hiç tabi tutmadığı görüntüler için de şunu söylüyor: Olanlar acı verici. Olanları izlemek de acı verici. Ama olanları izlemek zaten acı vermeli.
"En kişisel olan, en yaratıcı olandır"
Bong Joon-ho'nun Oscar konuşması sırasında Scorsese'den yaptığı "En kişisel olan, en yaratıcı olandır" sözünü haklı çıkaran 2023 yapımı da bir hayli fazla. Listenin başını Andrew Haigh'in imzasını taşıyan All of Us Strangers çekiyor. Taiçi Yamada'nın klasik Japon hayalet romanından, vefat etmiş ebeveynlerinle bugünkü aklın ve yaşında sohbet edebilme fikrini alarak bütünüyle kendi hikâyesine ve kuirliğine yedirmiş. Andrew Scott'ın akıl almaz performansıyla büyülediği film, aidiyet ve kimlikle ilgili sıkıntılarının bir ucunda kandaşlarıyla hesaplaşamamış olmanın ağırlığı yer alan herkesi yaralayacaktır eminim ki. Kelimelerle ifade edilemeyecek güzellikte bir büyü gibi. Ve ne acıdır ki Filmekimi'ne uğrayan All of Us Strangers'ın, hâlâ vizyon tarihi belli olmuş değil.
Celine Song'un bizzat yaşadığı bir deneyimden hareketle kaleme aldığı Başka Bir Hayatta (Past Lives) ise ilk film olduğuna inanmakta güçlük çektiklerimizden. Oldukça olgun bir sinema diliyle, bir göçmenin hikâyesini anlatıyor. Bir yanda Güney Kore'den ABD'ye göç ettiği sırada iletişiminin kesildiği çocukluk aşkı, diğer yanda ise büyüyüp bambaşka bir insana dönüştükten sonra tanıştığı, evlenip yuva kurduğu eşi. Başka bir dilde düşünüp bambaşka bir dilde konuşan, gittiği hiçbir yerde "tam" kabul edilmeyenlerin, yarıda kalmış bütün hayat öykülerinin filmi kesinlikle.
Cannes'da The Zone of Interest'ı devirerek Altın Palmiye'yi alan Bir Düşüşün Anatomisi (Anatomy of a Fall) uzaktan kişisel gözükmese de kesinlikle bu başlıkta anılmayı hak ediyor. Belki Bergman'ın Scenes from a Marriage'ından bu yana evlilik üzerine yazılmış en iyi tekstlerden birine sahip yapımı Justine Triet, partneri Arthur Harari ile kaleme almış. İntihalden ebeveynliğe pek çok şeyin sebep olduğu, durdukça daha çok öfke yaratan dargınlıklardan klasik bir mahkeme draması çıkarmak ve bunu da ilişkiler düzleminde evrensel bir yere oturtmak neresinden bakarsanız bakın ustalık işi.
Oscar yolunda
Klavyenin başında ben olunca Oscar'ı da bir şekilde anmamak imkânsız oluyor tabii. Lafı getirmek için verdiğim uğraş nihayet bu satırlardan itibaren karşılığını bulacak. Türkiye'de gösterime girmeyeceği besbelli The Holdovers, Amerikan bağımsız sinemasının taçsız prensi Alexander Payne'in uzunca bir süredir çekmek istediği o çok geleneksel Noel filmi. Yalnız bir öğretmen, babasını kaybetmiş bir çocuk ve evladı Vietnam'da ölmüş bir anne. Birbirinden oldukça uzak duran üç karakteriyle zoru başarıyor, hem "seçilmiş aile" mesajı veren bir film çıkarıyor hem de hep klişelere giden yolu seçiyormuş gibi gözükse de kulağını tersten tutarak yolculuğu renklendiriyor Payne. Da'Vine Joy Randolph da şimdiden En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar'ı için mutlak favori.
Sevmelere doyamadığımız deli Yorgos Lanthimos'un 9 Şubat'ta vizyona girecek filmi Zavallılar (Poor Things), Oscar'ın pek çok kategorisinde Oppenheimer ve Barbie'nin karşısında hakkıyla boy gösterecek. Alasdair Gray'in kabaca "feminist Frankstein" olarak özetlenebilecek romanından uyarlanan yapım tam bir tasarı harikası. Setinden kostümlerine, müziklerinden rejisine, oldukça oyuncaklı bir film. Sinema salonunda izlenmeyi bundan daha çok hak eden bir 2023 yapımı bulmanız mümkün değil gibi gözüküyor. Emma Stone'un kariyer performansı verdiği Zavallılar, türlü türlü okumalarla sinemanın metinselliğiyle ilgilenen izleyiciyi de memnun edecektir eminim ki.
Anmadan olmaz
2023'ü kapatırken genelin beğendiklerinin yanına biraz daha kişisel filmler koyacak olursam... Christian Petzold, kendi filmografisinin en iyisi olmaya aday Kızıl Gökyüzü (Afire) ile seyircisini hazırlıksız yakalamaya ve varlığından emin olduğu taraflarıyla yüzleştirmeye ant içmiş. Kızıl Gökyüzü, hiç şüphesiz çağdaş bir başyapıt. Hem minicik hem de hissettirdikleriyle büyüyen, insan evladının bugünüyle ilintili bir ayna. Aynısını İlker Çatak'ın Öğretmenler Odası (The Teachers' Lounge) için de söylemek mümkün. Hırsızdan çok hırsızlıkla ilgilenen senaryosu, çocuklara okul bahçesinde sosyalizmin ilk harfini öğretiyor. İki yapımın da güçlerinin büyük bir kısmını oyuncularından aldığını not düşeyim.
Kısaca anarak belki de haksızlık ettiğim Çocuk ve Balıkçıl (The Boy and the Heron), kariyeri boyunca her adımını büyük bir hayranlıkla takip ettiğimiz deha Hayao Miyazaki'nin belki de son filmi. O da en kişisel filminde hayal dünyasıyla helalleşiyor denebilir. Onu Miyazaki yapan elindeki bütün taşları devredeceği genç ve nazik ruhları arıyor her karesinden yaratıcılık fışkıran filmi. Bir de Meksika'nın Oscar adayı Tótem'a değinmem gerek. Büyük bir aileyle büyümüş, akşam olunca işten gelecek ebeveynlerinin yollarını gözlemiş çocukların tanıdık bulacağı, kamerasını minik başrolünün omzuna yerleştiren, çok içten ve cömert bir film.
Kuir şahaneler
Bitti mi? Bitmez! Seneyi tek bir kuir filmi anarak kapatmak bana yakışmazdı. İstanbul Film Festivali'nden sonra MUBI kitaplığına eklenen Pasajlar (Passages), yönelimi fark etmeksizin toksik birliktelikler yaşamış olanlara kötü anılarını anımsatacak bir "ilişki filmi". Böyle özetlemeye özen gösteriyorum çünkü yalnızca yetişkinler için yapılmış, uzun beraberliklerin kompleks taraflarını işleyen filmlere hasret kaldık. Neyse ki Ira Sachs birbirinden yetenekli Franz Rogowski, Ben Whishaw ve Adèle Exarchopoulos üçlüsünü yanına alarak modern sevdaları ve etrafımızdaki kötü adamları incelemeye alıyor.
Sebastián Silva'nın büyük bir kısmı doğaçlamaya dayalı filmi Rotting in the Sun'la da kapanışı yapalım. Film sosyal medyanın, tanışma aplikasyonlarının, bitmek bilmeyen onay sevdamızın gölgesindeki gay kültürle ilgili biraz aslında. Ancak bunu en kaotik, en dolambaçlı, en erotik, seyircisine de asla iyi davranmayan yollardan yapıyor. Uncut Gems'in özür dilemeksizin ve sansüre uğramadan kendi olmaya yeminli kuir bir anlatıcının elinden çıktığını düşünseniz yeter. (UÇT/AS)