Peder Fırında Makarna (yani Pater Pastitsios) Yunanistan'da yakın zamana kadar dinsel inanç ve pratiklerin muktedirlerce nasıl bir çiğlikle kullanıldığını alaya alan popüler bir facebook sayfasıydı.
Geçen hafta Peder Fırında Makarna, Yunanistan'ın nazi partisi-çetesi Altın Şafak'ın meclis sıralarında başlattığı bir kampanyanın hedefi oldu. Dini inançlara küfretmekle, Ortodoks Hıristiyan inanışına hakaretle itham edildi.
Son seçimlerde yarıya yakınının nazilere oy verdiği bilinen polis teşkilatı (ve elbette içişleri bakanlığı) da durumdan vazife çıkartarak Peder Fırında Makarna'yı (yani söz konusu sayfanın kurucusu olan 27 yaşındaki genci) gözaltına aldı.
Hepimizin malumu, "dinsel inançlara hakaret" meselesi "Müslümanların Masumiyeti" adlı meşum "filmden" beri ciddi bir tartışma konusu. Bizzat Tayyip Erdoğan bu hususta bir yasal düzenleme (bir "İslamofobi" ya da "nefret suçu" yasası) yapılması gerektiğinden söz ediyor.
Son olarak bu tartışmaya katılan Sevan Nişanyan'ın "Nefret suçlarıyla mücadele etmeli" başlıklı yazısındaki "Müslümanların Masumiyeti "ama özellikle de İslam ile ilgili kimi sözleri büyük bir tepkiye, daha doğrusu "sosyal medya" mecralarında Nişanyan'a yönelik acımasız (ve tedirgin edici) bir linç kampanyasına dönüştü. Bu "kampanya" esnasında Nişanyan'ın "nefret suçu" işlediği dahi yazıldı.
Aslında bu konuda temel soruyu şöyle özetlemek mümkün: Dini inançlara dönük eleştiri ya da alay, fikir özgürlüğü kapsamında mı değerlendirilmeli, yoksa bu tip yayınlar tam tersine bir "nefret suçu" mu teşkil ediyor?
Peki Peder Fırında Makarna'yı, Nişanyan'ı ve "Müslümanların Masumiyeti"nin yapımcılığını üstlenen Amerikan fundamentalist sağını birleştiren ne, bu örnekleri gerçekten aynı kapsamda mı değerlendirmek gerekir? Naziler tarafından dine küfrettiği gerekçesiyle kapattırılan bir facebook sayfasıyla başka "nazilerce" saldırgan bir emperyal müdahaleciliği kışkırtmak için bizzat çekilen bir filmi aynı "ifade hürriyeti" başlığında değerlendirmek gerçekten mümkün mü?
Somut ezme-ezilme ilişkilerinden bağımsız "mutlak" ya da "evrensel" bir fikir özgürlüğü hakkı ya da nefret suçu tartışması bizi ister istemez yukarıdaki tipte açmazlara sürüklüyor.
Bir fikri tutumun fikir özgürlüğü mü, yoksa nefret suçu mu kapsamında değerlendirilmesi gerektiği, ancak somut ezme ezilme ilişkileri dahilinde değerlendirilebilir. Örneğin Müslümanlığın devlet tarafından örgütlendiği, iktidarın İslamı bir siyasal mobilizasyon aracı olarak kullandığı bir ülkede hâkim (resmi) dinin eleştirisi mevcut iktidara karşı bir tutumu ifade eder ve bu anlamda fikir özgürlüğünün iktidara karşı kullanılması kapsamında değerlendirilmelidir.
Açık olalım: İslam'ın bir devlet dini (diyanet dini) olarak regüle edildiği bir ülkede İslamofobi'den bahsetmek abes değil mi?
Aynı şey yukarıda anılan Yunanistan için de geçerli. Devlet başkanının, başbakanın ve sair devlet ricalinin İncil'e el basarak ve Ortodoks din adamlarınca takdis edilerek göreve başladığı bir ülkede hâkim dini anlayış ve pratiklerin eleştirisi, pekâlâ ve aslında doğal olarak muktedirlerin eleştirisidir de. "Peder Fırında Makarna"nın ifade hürriyeti tam da bu iktidar ilişkilerini hicvettiği için askıya alınmak isteniyor.
Ancak diğer yandan, İslam eleştirisinin göçmen karşıtı saldırgan bir emperyal ideolojinin parçası olduğu batı ülkelerinde, İslam'a dönük tacizkâr tenkit ya da hiciv, çoğu kez açık bir nefret suçu teşkil ediyor. Çünkü İslamofobi bu memleketlerde özellikle ("aşırı" ya da değil) sağın elinde ya göçmenleri bir günah keçisi haline getirmek ya da emperyalist saldırganlığı meşrulaştırmak için kullanılıyor. Yani İslamofobi'nin çoğu örneği, saldırgan bir yeni Oryantalist diskuru mevcut tahakküm ve sömürü ilişkilerini meşrulaştırmak, hatta pekiştirmek için kullanılıyor.
"Müslümanların Masumiyeti" filmi, antisemitizmin Batı'daki yeni bir versiyonu olarak değerlendirilmesi gereken islamofobinin tipik bir örneği değil mi?
Bu anlamda (daha önce ifade ettiğim gibi) 1940'ta bizzat Goebbels himayesinde çekilen nazi propaganda filmi "Evrensel Yahudi" için fikir özgürlüğünden bahsetmek ne kadar geçerli ise Müslümanların Masumiyeti için de geçerlidir, yani açıkçası abesle iştigaldir.
Bu somut güç ilişkilerinin şekillendirdiği tarihsel-sosyal bağlamdan bağımsız bir özgürlükler ya da nefret suçu tartışması liberal bir formalizmden başka bir şey değil.
Marx'ın daha 1840'lardaki Hegel eleştirisinin "gerisine" düşmemize gerek yok.
Fikirler aynı zamanda maddi güçlerdir ve bu anlamda maddi, yani somut sömürü ve tahakküm ilişkilerinin içerisine gömülüdürler. O ezme-ezilme ilişkilerini meşrulaştırır, yeniden üretir, pekiştirir, oluşturur ya da tam tersi onları sorgular, eleştirir ve yıkılmalarına olanak verirler.
Gerçek bir ifade hürriyeti (yahut nefret suçu tartışması) ancak bu güç ilişkileri bağlamını hesaba katarak yapılabilir.
İfade hürriyeti, ancak bu somut tahakküm ilişkilerinden neşet eden güç merkezlerine karşı bir bariyer olduğu zaman gerçek bir tartışma başlığı halini alır. Ya da tersine, "nefret suçu", ancak bu güç ilişkileri dahilinde altta kalanları iktidarların zulüm ve gadrine karşı kolladığı zaman anlam ve içerik kazanır. Aksi halde belli bir teoloji ve dini pratiği bizzat örgütleyen devletin elinde tam da ifade hürriyetini kısıtlamanın ucuz bir mazeretine dönüşür. (FB/HK)