Etraftaki yıkımdan kaynaklı ne kadar süpürülse de toz-topraktan yeterince arındırılamayan; bir vakitler bayramlarda dönme dolapların kurulduğu eğlence alanı olan Alipaşa Mahallesi’ndeki meydanlık; envai çeşit adımlara, çocukların oyunlarına, meyve sebze satan seyyar satıcılarının tekerleklerine, iş makinelerinin ezici ayaklarına tanıklık etmiş paket taşlar üzerine iftar sofrası kurmak için hazırlanıyor.
Mahalle sakinleri kamulaştırılarak, her bir karesi parsellenip tıpkı hayatları gibi ‘satılmış’ bu yeryüzü parçasına kurulan sofrada, yan yana lokmalarını paylaşacaklar. Kilimler seriliyor, örtüler yayılıyor, yemekler elden ele verilerek ritüel tamamlanıyor. Birazdan ezan okunuyor, dualar ediliyor. Yıkılan evlerinin gölgesinde ağızlarında büyüyen lokmaları yutmaya çalışıyor sokağın sahipleri.
Bu onlar için yeni bir şey değil. Alışkındılar ortak sofrada oturmaya. Geçen yıla kadar evlerinde sadece bir çeşit yemek yapan ama iftar vakti komşulardan gelen tabaklarla birkaç çeşide dönen sofralarının beti bereketi vardı her zaman. Komşusu açken başını yastığa koymamayı düstur edinenlerin yaşadığı yerdi burası. Sadece bir yaşam alanı değil küçük hayatlarının yeşerdiği bir dünyaydı aynı zamanda. Birçoğu doğru dürüst çıkmamıştı bile bu alandan. Farklı semtleri bilmezler. Geçen yıl bomba seslerinin uyutmadığı, çatışmalar nedeniyle sokağa çıkmak yasaklanırken birçoğunun göçmek zorunda kaldığı mahalle sakinleri bu günlerde ise bambaşka bir kaygıyı yaşıyor. Kamulaştırma nedeniyle evlerinden çıkmaları isteniyor. Birçoğu gitse de halen direnip evinden çıkmak istemeyenler var.
İftar öncesi dolaşıyoruz yarı yıkılmış haldeki evlerin bulunduğu ve artık bir hayalet şehre dönen, zamanın ruhunun bile terk ettiği sokakları. Bir evin kapısının önünde serdiği kilimin üzerindeki minderde uyuyan bir adama rastlıyoruz. Ardından eşi olduğunu öğrendiğimiz bir kadın “Oruçludur, uyuyor” diyerek bizi evinden içeri buyur ediyor.
Evin avlusunda onlarca kara sineğin yüzüne hücum ettiği, Ermeni tehcirine, Şeyh Sait ayaklanmasına tanıklık etmiş 100 yaşını aşmış Şahe nine ile mavi demir beşikte uyuyan üç aylık torununun çocuğuna rastlıyoruz. Şahe ninenin gelini Mukaddes günlerdir sular akmadığı için camiden su taşımak zorunda kaldıklarını söylüyor. Evden çıkmayı ise hiç mi hiç düşünmüyor. “Üç oğlum, gelinler ve torunlarımla birlikte 21 kişi kalıyoruz burada. Hadi diyelim ki ben ev aldım çıktım, ya oğullarım ve aileleri ne olacak. Bu kadar kişi apartman dairesinde nasıl yaşarız? Verdikleri parayla ev alamıyoruz. Ya bize göre ev verirler ya da bizi de bu evle birlikte gömerler” Ardından evin bahçe kısmına ektiği domatesleri gösteriyor “Buranın bereketi var, hiç değilse kendi domatesimizi yetiştirebiliyoruz. Bu bile aç koymaz bizi” diyor. Evden çıkarken son kez gözlerimiz bir asırlık ömrünün son demlerinde rahatça huzura ereceği döşeğinin bundan sonra nereye serileceği belirsiz Şahe nineye takılıyor. Şahe ninenin bugüne kadar pek çok şeye şahitlik eden gözlerine üşüşen kara sinekleri kovalamaya mecalsiz, kayıtsız bakışları kalıyor aklımızda.
Yan tarafta küçük bir bakkal dükkanı işleten Sur sakini ise artık pes ettiğini, ev aramak zorunda kaldığını ancak annesi evini terk etmek istemediği için mecburen kaldığını anlatıyor. “Bu büyük bir adaletsizlik. Yok pahasına elimizden aldıkları evlerimizin yerine yeni evler yapacaklar ve bizim bu evleri yeniden almaya asla gücümüz yetmeyecek. 6 aylık kira yardımı yapılacağını duyunca birçok kişi kabul edip gitti. Peki ya 7. ay ne olacak?”
Sokaklarda yürümeye devam ediyoruz. Bir evin önünde oturmuş sohbet eden kadınlara denk geliyoruz. Elinde iki tane ampulle oturmuş yaşlıca bir kadına “Ev sizin mi?” diye sorunca “Ev Allahın, biz bekçisiyiz. Şimdi bizi çıkartmaya çalışıyorlar. Benim gücüm yetmez başka bir yere taşınmaya” diyor. Yanındaki kadın gülerek elindeki ampulleri gösterip “Bak, gittin oyunu da ona verdin yine kurtaramadın kendini. Hak ettin diyor”. Bunun üzerine yaşlı kadın sinirlenip sesini yükselterek, “Ben nereden bilecektim ‘evet’ çıkarsa bizi belki evimizden çıkartmazlar sanmıştım. Onların yerde devleti varsa bizim de yukarı da Allahımız var” diyerek birden “Allah!” diye bağırarak elindeki ampulleri yere fırlatıp, kafasını iki yana sallamaya başlıyor. Biz sinir krizi geçirdiğini zannedip telaşlanırken etraftaki kadınlar gülerek “korkmayın zikir yapıyor, birazdan gelir kendine” diyor. Nitekim dedikleri gibi oluyor, bir süre sonra normale dönüp, serzenişlerine devam ederken biz kendi şaşkınlığımıza gülüyoruz.
Çocuğu kucağında başka bir genç kadın “Sabahtan beri oruçlu halimle ev aramaktan ayak tabanlarım şişti. Ama en kötü ev bile 500 liradan başlıyor. Doğalgazı, kapıcı parası. Biz bu kadar masrafı ödeyemeyiz ki”.
Daha önce evi yıkıldığı için Çölgüzeli’nde yapılan TOKİ’lere taşınan bir başka kadın ise komşularını ziyarete gelmiş. “Biz burada hayatımızdan memnunduk. Çocuklarımızı komşularımıza emanet edebiliyorduk. Hepimiz bir aile gibiydik. Burada kira ödeyenler bile en fazla 200 lira veriyordu. Şimdi geçinemiyoruz.”
Bir diğeri yıkımın ardından ortalığa saçılan farelerden, akreplerden şikayetçi “Fareler ortalıkta cirit atıyor. Sular yok, geçen gün su taşırken yere düşüp belimi incittim. Çocuklarımız mikrop kapacak diye korkuyoruz”
Kadınların yanından ayrılıp başka bir evin avlusundan içeri geçiyoruz. Yaşlı kayınvalidesi ve 4 çocuğuyla yaşayan bir kadın iftar için yemek hazırlıyor. Meydanda sofra kurulacağını hatırlatınca evin gelini “Bizim yemeğe ihtiyacımız yok. Evlerimiz elimizden alınmasın bize yeter.” Yaşlı kadın ise olan bitene çok öfkeli “Ramazan günü elektriği, suyu kestiler günlerce susuz kaldık. Yaptıkları zulümle imanımızı gevretmeye çalışıyorlar. Bu ne insanlığa ne de Müslümanlığa sığar. Dilerim Allahtan bizi susuz bırakanlar öldükleri gün yıkanmaları için su bulamazlar. Evimizi yıkanların evleri başlarına yıkılır. Ama nerde. Onlar kendi saraylarında rahatlar. Kimsenin umurunda değiliz. Olan fakir fukaraya oluyor paramız olsa bu hallere düşmezdik” diyor.
Birleşmiş Milletlerin hazırladığı raporda; sokağa çıkma yasakları sonrası Surda “kentsel dönüşüm” adı altında devreye konulan yıkımla birlikte bölgenin etnik, sosyal, kültürel ve demografik yapısı ile oynandığı belirtiliyor. Sadece bunlarla mı oynandı? Bir de kimsenin umursamadığı ruh halleri var. Bir insanın depresyona girmesinin en önemli sebepleri arasında ev, iş ve eş kaybı bulunuyormuş. Ben demiyorum, psikoloji alanında uzmanlaşanlar söylüyor. Evlerini kaybeden, hayata umutsuz gözlerle bakan bu insanların ruh hali kimin umurunda? Yemek organizasyonu yapanlar amaçlarının Sur sakinlerinin yanında olmak ve onlara moral vermek olduğunu söylüyor. Evet, belki de şu anda en çok da evleri gibi harap olmuş morallerinin düzeltilmesine ihtiyaç var.
Alipaşa ve Lalebey Mahallesi. Sur’daki kamulaştırma kapsamına giren mahallelerden sadece ikisi. Göç etmek zorunda kalan 11 bin kişilik nüfusun sadece bir kısmı. Kaderleri olan coğrafyanın kederini yaşamak onların payına düştü. Bugüne kadar onların fikrini merak eden olmadı. Kimse onların ne istediğini sormadı. Ne Belediye ve TOKİ eliyle ilk kepçe darbesi vurulduğunda, ne hendekler kazıldığında, ne çatışmalar yaşandığında, ne sokağa çıkmaları yasaklandığında ve ne de şimdi olduğu gibi evleri ellerinden alındığında. Nereye gidecekleri, ne yapacakları, bundan sonra onları nasıl bir hayatın beklediği kimsenin umurunda değil. Geleceğimiz dediğimiz o çocukların hayatları, sokakları, oyunları, hayalleri tıpkı villaların manzarası bozuluyor diye kesilen ağaçlar gibi ellerinden alındı. Hani her şey çocukların gülüşünün solmaması içindi? Hani her şey daha yaşanılır bir dünya içindi? Hani daha güzel günlerin gelmesi içindi? Hani kıblemiz insan, öznemiz insanlıktı?
Elektriği, suyu kesilmiş, kanalizasyonları taşlarla kapatılmış sokak sakinleri; ‘vicdan’ rahatlatan fotoğraf karelerine sahne olan, parsellenmiş, kaygan ve kırılgan zeminde kurulan sofrada en fazla ne kadar durabilecekler?
Belki de tüm soruların cevabı küçük bakkal dükkanı işleten Sur sakininin sözlerinde gizlidir kim bilir, “Bunların hepsinin sebebi fukaralıktan”
Şimdi dönüp soralım bakalım kendimize: Bu hikayenin masum olanı hangimiz? (BD/EA)