Antik Yunan eğitim gelişkesinde esas olan özgür ve eleştirel zihniyet yaratımıydı. Yaşamın kaynağı, madde, evren gibi olguların tartışılıp sorgulandığı bir içeriğe sahipti.
Sofistler, bilgiyi metalaştırıp, mülkiyet ve tahakküm durumunu ifa etti ve eğitim sistemine ciddi bir darbe indirdiler. Sofistlerle başlayan bu süreç günümüz eğitim sisteminde özellikle devlet okullarında seri üretime dönüştü. Gelişen sınıflı toplumu ve onun sistemsel karşılığı olan devlet, pozitivizm ve determinizm argümanlarını kullandı. Böylece eğitimin kavramsal çerçevesini oluşturdu.
Hiyerarşiye dayalı devlet sistemi ve onun bürokratik kurumları, kaos ve tüketim esaslı kent ve toplumun ana kaynağı olan ‘’devletin okulları’’ ile simgeleştirilir. Okullar devletin inşası ve liberal pazar için önemli bir fabrika rolündedir. Üniversite gibi yüksek okul mezunları dünya varsıllarına hizmet etmek için yoğun çaba içindedirler. Genel olarak, orta ve burjuva sınıfının var oluşu önemli bir besin kaynağını oluşturur.’’ Okumuş’’ sınıf buna dönük hizmet üretmekle mükelleftirler.
Eğitimde zorunlu tutulan yaş, cinsiyet gibi kimi sınırlamaların ortadan kalkması gerekir. Eğitim denen olgunun yaşamın her alanına yerleşmiş olan bir tür tecrübe ve iletişim biçimi olduğu bilinerek özgürleştirilmelidir. Günümüz okullarını tarif edince, etrafı tel örgülü yüksek duvarlarla çevrili, kamera ve öğretmenlerle gözetim altında disiplinize edilmeye çalışıldığı postmodern cezaevlerini görüyoruz. Çocuklar her gün askeri nizamda sıralara dizilmiş, statiko marşları ile güne başlatılıyorlar. Belirlenmiş kıyafetlerle Guatemala mahkûmlarını andırıyorlar.
Devlet okullarından mezun olan birey, görmüş olduğu klasik eğitim sistemi ile elinde kuru bir diploma pratik yeterlilik ve öz iradeden yoksun orta yerde öylece duruyor. Günümüz toplumu, kişisel yetilere ve tecrübelere artık güvensiz yaklaşmaktadır. Hangi okuldan mezun olduğu, diploma ve belgesi olup olmadığı önemsenir. Bu durum bireyi kişiliksizleştirip onu sistemin bir araçsalı, bir tür belgesi haline getirir. Kariyerizmin gelişimi de bu süreç içinde yorumlanabilir. Zira birey, analojik olarak belge, diploma haline gelmiştir artık...
Farz edelim ki aynı eğitime tabi iki öğrenci olsun. Toplumsal sınıflaşma etkisiyle ekonomik, beslenme, bakım ve çevresel faktörler nedeniyle çocukların gelişim süreçleri farklılık gösterir. Elbette böylesi bir durum pek yaşanmıyor gibi gösterilir. Burjuvazinin çocukları için özel okullar, özel eğitmenler ve dershaneler, yoksulların çocukları için ise devlet okulları var. Oysaki devlet sisteminin savaş ve yolsuzluk yapmak yerine eğitime bütçe ayırması gerekir.
Öğretmenlerin öğrenciler üzerinde hâkimiyet geliştirmesi, öğrencilere dönük bir sağaltım odaklaması klasik eğitim sisteminin bir diğer sakat yanıdır. Tek taraflı nesneleştirme ve hâkimiyet altında tutma devletin topumla olan ilişkilenme biçimiyle özdeştir. Yani, öğretmen sınıftaki devlet, öğrenci ise halk oluverir.
Öğretmen verici, öğrenci ise genel alıcıdır. Öğretmenin özne, öğrencinin ise nesneleştirildiği, antidemokratik, mekanik iletim tarzıdır. Zira öğretmene göre öğrenciler içerisi doldurulması gereken boş kaplardır. Tepkisizce, sorgulamadan ezber verileri öğrencilerin zihnine kaydetmekle yükümlüdür. Biçilmiş roller bunu gerektirmektedir.
Sınav sistemi ile bir maratona sokulan öğrenciler adeta bir seyisin elinde yarış atları gibi koşturulur. Yarıştırılarak birliktelikten koparılmayı öğrenen genç beyinler, ötekileştirmeyi ve eşitsiz olmayı öğrenirler.
Devlet okulları; resmi ideolojinin empoze kaynağı, doğa üzerindeki sömürü mantığının merkezi binalarıdır. Hümanist insanın özüne dair ne varsa asimilasyona tabi tutulduğu yerlerdir. Devletin “acaba terbiye edilmiş makineleşmiş birey modeli çıkacak mı?” diye üzerine çalıştığı bir laboratuar alanıdır. Öğrenciler de bu sürecin kobayları…
Karşılıklı diyalog ve alış-veriş esaslı, özne ve özgürleştiren bir yöntem pedagoji haline getirilmelidir. Öğreten ve öğrenenin karşılıklı alış-veriş içinde olması hiyerarşiyi yok eder. Öğrenme durumu yatay bir biçim alır. Alan ve verenin çoğulluğu sağlanır. Herkes birbirinden öğrenir. Bilgi alenileşir ve tahakküm ortadan kalkar.
Islah evleri, yatılı okullar da bu sarmal içinde yer almaktadır. Şiddet, taciz ve tecavüzün en çirkin uygulamaları bu mekânlarda icra edilmektedir. 1984’lere kadar başta İrlanda olmak üzere Avrupa’da birçok örnek hafızalara kazınmıştır. Maalesef Türkiye’de de durum hiç iç açıcı değil. Öğretmen şiddeti, tacizi ile ilgili her dönem yeni davalar görülüyor. Mardin’de N.Ç ile başlayan, Siirt’te devam eden ve içinde devlet memuru, askeri, polisi, evlisi, yaşlısı olmak üzere onlarca erkek tarafından tecavüze uğrayan kız çocukları… Pozantı’da tecavüz ve şiddetin izlerini halen hissediyoruz. Bu bir toplumsal travmadır, görmezden gelinerek unutturulamaz. Cinsel bir şiddettir!
Öncelikle eğitim denen kurum, devletten ve onun zihniyetinden kopmalıdır. Özgür ve özerkliğinin sağlanması gerekir. Otoriteyi sorgulayabilen, tarafsız zihinler yaratabilmelidir.
Özgürleşmenin pratik atölyesi olan okulları özel ve özgür bir eğitim alanı haline getirmeliyiz. Özerk ve özgür bir alan olması yönünde çaba sarf etmek gerekiyor. Bunun öncülüğünü eğitim sendikaları yapabilir. Yine de mevcut sistem içinde eğitimcilik yapan özgürlükçü öğretmenler bu hususlarda alternatif eğitim alanları oluşturmak ve mevcut sorunsalın altını oymak konusunda çeşitli girişimlerde bulunabilir. Özgür bir pedagoji için, eleştirel düşünmeye başlamalıyız… (HİA/HK)