İçinde bulunduğumuz siyasi kriz Türkiye’de devlet mekanizmasının işleyişine dair ciddi bir tartışma başlattı. Bir tarafta bu krizi son 4-5 seneye atfedenler, diğer tarafta durumu daha uzun bir tarihsel zaman dilimi içinde değerlendirip devlet mekanizmasının işleyişindeki sürekliliğe dikkat çekenler var. Benim kişisel duruşum ikinci gruba yakın. Ancak sorunun biraz daha farklı sorulması gerektiğini düşünüyorum.
Devlet neden bu topraklarda yüksek kapasiteli despotik bir iktidar mekanizması olma halinden kurtulamadı diye sorduğumuzda meselenin özünün kurumlar ve yapılardan çok daha derinlerde olduğunu görüyoruz.
Ünlü sosyal bilimci Michael Mann iki farklı iktidar biçiminden bahseder. Despotik iktidar kaba kuvvetten, fiziksel şiddetten beslenen bir iktidar biçimidir. Kurumsal iktidar ise devletin vatandaşı ile ilişkilenmek suretiyle sivil toplum içerisine yayılabilme yetisine karşılık gelir.
Mann değişik devlet biçimlerini bu iki iktidarın farklı kombinasyonları olarak teorize eder. Faşist devletler hem despotik hem de kurumsal iktidar kapasitesi itibariyle kuvvetli olan devletlerdir ki toplumun içerisine otoriter yollarla nüfus etmeyi başarabilirler. Bunu yaparken vatandaşlarına, ama sadece kendi uygun gördüklerine, hizmet de götürürler.
Dolayısıyla kendisiyle ters düşülmediği sürece vatandaşlarını koruyup kollayan devletlerdir, ama kendilerinden hep korkulsun isterler. Korkulsun ki kimse devletin iktidarına karşı gelmesin, söylediklerini ikiletmesin.
Bu korku iktidarının içerisinde vatandaş sadece devletten korkmaz, etrafındaki diğer vatandaşlardan da korkar. O kadar korkar ki devlet erki gelip de onlara zarar verdiğinde, “Bir bildiği vardır, bize niye kimse bir şey yapmıyor der.” Gözleri görmez, kulakları duymaz.
Halbuki Pandora’nın kutusu tam da gözlerin ve kulakların kapandığı yerde açılmıştır.
Keza Varlık Vergisi’nde, 6-7 Eylül 1955’te, faili meçhullerde, işkencelerde, kara 90’larda; o kutu tekrar tekrar açıldı. Ama biz ısrarla duymak istemedik, görmek istemedik. “Bize niye bir şey olmuyor, demek ki yanlış yapıyorlar” dedik. Şimdi kutu bir kez daha açıldı. Devlet elden gidiyor diye endişeleniyoruz. Halbuki devlet hiçbir zaman vatandaşını seçmemişti ki. Ondan korktuğumuz ve dolayısıyla birbirimizden korkup ona geri döndüğümüz sürece bizi koruyup kolladı, bize hizmet sundu. Şimdi yine aynı şekilde korku imparatorluğunun araçlarına hepyekün sarılıyor ki gidecek başka bir yer kalmadığını düşünelim, birbirimizden daha da çok korkalım.
Șüphesiz ki tarihsel acılar, kayıplar, hüzünler kolayca ve kısa zamanda iyileşmez. Hele ki korkunun olduğu yerde hiç iyileşmez. Onlar iyileşmeyince de o kutu daha defalarca açılır kapanır.
Ama bu sefer iyimser olmak için bir sebep var. O da gözlerin ve kulakların açık olması. Bugün açılan kutunun ilk olmadığını, tarihsel sürekliliğini görebilmek için bir şansımız var. Yüreklerimizi de açabilirsek eğer o zaman korkularımızdan kurtulup yüzyıllardır bize nefes aldırmamış devlet krizimizi de aşarız belki. (SA/YY)