Pınar Öğünç’ün yazdığı, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Pandemi Zayiatı-Bir Yıldan 35 Hayat Hikayesi” son aylarda okuduğum kitaplar arasındaydı. Kitap üzerine bir şeyler yazmak istedim. Ama önce şunu söylemeliyim: Bu yazdıklarım ne bir kitap eleştirisi ne de kitap tanıtımı yazısı… Olsa olsa bana iyi gelen yazma eyleminin ortaya koyduğu karalamalar, okuduğum kitaplardan bazılarının bende yarattığı duygular, düşünceler...
Pınar Öğünç’ün pandemiyle birlikte, yasaklar henüz yeni başlamışken, farklı meslek gruplarından 35 kişiyle yaptığı söyleşiler o zaman GazeteDuvar’da yayınlanmıştı. Ancak ben bunun bilgisine sahip olmakla birlikte, maalesef okuma fırsatı bulamamıştım. (“Evde Kal” döneminde okuyamayıp mutfağa merak saranlardandım.) O söyleşilerden 1 yıl sonra, aynı kişilerle ikinci söyleşileri de yaparak hazırladığı kitap, pandeminin başlangıcına ve 1 yıl sonrasına emek dünyasından bakarak geniş perspektifli bir fotoğraf ortaya koymuş.
Hayat eve sığmaz
Kitapta çok çeşitli meslek gruplarından insan var. Veteriner, psikolog, bankacı, berber, kameraman, öğretmen, hemşire, doktor, mühendis, eczacı, hostes, postacı, güvenlik görevlisi, çevirmen, akademisyen, seks işçisi, kasiyer, çağrı merkezi çalışanı ve çeşitli alanlardan işçilerle görüşmüş Öğünç. Ben bu farklı mesleklerde çalışan, farklı yaşlarda insanların pandemi öncesi hayatlarını ve pandemiyle birlikte yaşadıkları değişimleri okurken; çevremizdeki birçok insanın yaşamına dair pek de fikrimiz olmadığını hissettim. Toplumsal ve ekonomik sorunlara, emekçilerin yaşadığı sıkıntılara ne kadar hâkim olduğumuzu zannedersek zannedelim, doğrudan ve tek tek gerçek hayat hikayelerini okurken, yaşamın genellemelere hiç sığmadığını düşündüm, aynı evlere sığmadığı gibi.
Değersizlik ve umutsuzluk
35 hayat hikayesi içinde, pandemi sebebiyle işini kaybedenler, ekonomik koşullar nedeniyle yıllar sonra kendi evini kapatıp baba evine dönmek zorunda kalanlar, evde kal çağrısına uyup evdeki eşitsiz iş bölümünden çok fazla etkilenenler, evde çalışmanın dayanılmaz esnekliğinin ağırlığı altında ezilenler, ülkeyi terk edenler var. En çok da hem bedenen hem fikren hem de ruhen çok yorulanlar, hayatın artık eskisi gibi olmayacağına, yeni bir dönemin başladığına inananlar var. En genel duygu değersizlik… Ülkesinin, devletinin hatta insanların onlarda yarattığı değersizlik duygusu ile birlikte umutsuzluk çok yaygın.
Suriyeli Aziz
Kitaptaki birçok hikâye insanı hüzne boğuyor, çaresiz hissettiriyor. Ama yine de umut veren, umudu hissettiren kişilerin hikayeleri de var. Mesela Suriyeli Aziz’in hikayesi gülümsememizi sağlıyor. Çünkü o da anlatırken gülümsüyor ve gülümsetmek istiyor. Okulunun yanına atılan bomba yüzünden terk ettiği ülkesinden kaçak olarak geldiği İstanbul’da ayakkabı ustası olan Aziz, anlattığı hikayesinin sıkıcı olmasından endişeleniyor. İnsanları eğlendirmek, güldürmek için başladığı video çekme işini pandemi döneminde ilerletip, Tik Tok ünlüsü oluyor. Bunu o denli naif ve içten anlatıyor ki, onun kendini anlatmasını okurken, hiç hoşlanmadığım ve aslında burada hiç mümkün olmadığı halde, sırf o daha fazla para kazansın diye Tik Tok’a kaydolup onu takip etmek ve videolarını izlemek istedim. Bununla yetinmeyip, yolda karşılaşıp kendisiyle bir fotoğraf çektirmek istedim. Zira bu tanınma hali onun için apayrı bir mutluluk nedeni.
Pandemide mahpusluk
Mahpusluk (hala kendimi, arkadaşlarımı, çevremdeki koğuşlarda kalan siyasileri nasıl tanımlayabileceğimi bilemiyorum. Mahpus? Tutsak? Esir? Bu yazıda mahpus diyeyim.) bir meslek sayılmasa da ben de buradaki mahpusla pandeminin başı ve şimdisi üzerine bir söyleşi yapsam şöyle bir şey çıkardı sanırım:
“Cezaevi demek bir anlamıyla rutin demek. Bu rutin elbette idare çerçevesine göre belirlense de kişi kendi rutinini yaratmak zorunda. Koğuş içindeki faaliyetlerin yanı sıra aile ve arkadaş görüşleri, kısıtlı olsa da başka koğuşlardakilerle eğitsel, sosyal ve sportif faaliyetler içinde olmak da bunun önemli bir parçası. Ancak pandemi öncesi ayda bir açık görüş ve her hafta kapalı görüş varken pandeminin başından, kapatmaların başladığı dönemden itibaren açık görüşler kaldırıldı. Kapalı görüşler ise ayda ikiye ve 1 saatten 45 dakikaya indirildi. Koğuşlar arasında gerçekleşen bir aradalıklar, sosyal ve sportif faaliyetler tamamen kaldırıldı. Tüm eğitim ve hobi amaçlı kurslar da iptal edildi. Dışarıda ölüm sayıları bu denli artarken bu tip düzenlemelerin kaçınılmaz olduğunun elbette farkındaydık. Ancak televizyonlardan izlediğimiz sokak, eğlence, kongre görüntüleri zaten tecrit altında yaşayan bizler için çifte standardın sınırsızlığını gösteriyordu. Elbette bu çifte standart sadece cezaevleri ile sınırlı değildi. Ancak en acıtıcı olarak burada yaşanıyordu. Zira 'Evde Kal' sloganın kendisi bizdik.
"Bununla birlikte cezaevi personeli ve infaz memurlarının çalışma düzeni de pandemi kapatmaları ile birlikte değişti. Haftalık vardiya sistemi ile çalışıp hafta boyunca akşamları da cezaevinde kalmaları, iki hafta izin sonrası Covid testlerinin negatif çıkması durumunda vardiyalarına dönmeleri isteniyordu. Bu onlar için de bir çeşit mahpusluk oldu. Özellikle kamuoyunda pandemi meslekler üzerinden tartışılırken görünür olmamaları da en büyük şikayetleri oldu.
"2021 yılı Eylül itibarıyla ülkedeki Covid vakaları hız kesmezken gerçekleşen 'normalleşme' kapsamında cezaevinde de normalleşme sürecine girilmeye başlandı. Sanmayın ki bu kapsamda en azından kapalı görüşlerin sayısı, süresi arttı; ortak sosyal faaliyetler düzenlendi. Elbette hayır. Cezaevi personelinin vardiya sistemi eskiye döndü, böylelikle infaz memurları olması gerektiği gibi her akşam evine gidip gelirken, aileleri ve arkadaşları ile mümkün olduğunca normal bir ilişki düzeyine geçip sosyal-fiziksel mesafeleri aza indirirken, bizim için normalleşme yok sayıldı. Personelin eski düzene geçişi ile birlikte her şey mesai saatine sıkışır ve bu normalleşmeye atfedilir oldu.
"Cezaevinde 'normalleşme' üçüncü ayına girmişken burada olmanın tecridinin üzerine, açık görüş yapamama, kısa ve az sayıda kapalı görüş yapma, koğuş dışından kimseyi görmeme, hiçbir insani ortak sosyal-kültürel aktivite yapamama tecridi sürmeye devam ediyor. Pandemiden kaynaklı zorunluluklar, rutin eksiklikler, eksilmeler ve hak kayıpları olarak hayatımıza yansıyor. Ne zaman son bulacağı da tam bir muamma oluyor.”
Sevgili Pınar’dan özür dileyerek kitaba hayali bir söyleşi eklemiş gibi oldum.
Sosyal devlet özlemi
Görünen o ki, pandeminin getirdiği en önemli farkındalıklardan biri sosyal devlet üzerine oldu. Sosyal devlet kitlelerde ve kitaptaki kişilerce kavram olarak tartışılmadı belki ama içerik olarak herkesin devletten, yetkililerden beklediği şeylerin aslında sosyal devlete tekabül ettiği ortadaydı. Her ne kadar bu farkındalık daha ne kadar zaman sürer, bir yerlere evrilir, ülke geleceği açısından bazı sonuçlar doğurur mu bilemesem de, sosyal devletin ne büyük bir ihtiyaç olduğunun bir tartışma odağı haline gelmesi önemli. Sonuçta birçok ülkenin ihtiyaç sahipleri için yarattığı fonlar sayesinde aylar boyunca kapalı kalabilmesine karşın, ülkemiz ihtiyaç sahiplerine dağıtmak için yardım toplama amacıyla hükümet tarafından IBAN numarası dağıtıldığı bir dönem yaşadı, yaşamaya devam ediyor.
Aylar boyunca beklediğimiz ücretsiz maske dağıtımının tam bir fiyasko ile sonuçlandığı hala hatırımızda. Aradan geçen bunca zamana karşı, hala alınması gereken devlet destekli tedbirlerin yerine getirilmemesi sebebiyle salgın kontrol altına alınamıyor. Bunun yanı sıra çalışanlar açısından da pandemi koşullarının normal koşullar olarak kabul edilmesi, bir şekilde pandeminin yarattığı hak kayıplarının her alanda yaygınlaştığını söylemek de yanlış olmayacaktır.
Son olarak kitabı için sevgili Pınar’a ve yayınlarının içinden pek çok muhteşem kitabı bana ileten İletişim Yayınları’ndan arkadaşlara çok çok teşekkür ediyorum. Sağ olsunlar, sağaltıcım oluyorlar.
(BY/NÖ)