Birgün biri sizden bir imza ister, altını imzalayacağınız şey bir senet, bir suç itirafı, bir başvuru, bir ilan olabilir. Size uzatılan belgeye bakar ve somut birşey yaparsınız: İmzalar ya da imzalamazsınız. Bir orta yol yoktur. İmza onay demektir, kişiseldir, imzalayanı bağlar, onu imzaladığı metinden, olası sonuçlarından sorumlu kılar.
Osmanlı Ermenileri’nin “1915 Büyük Felaketi” üzerine açılan imza kampanyası ise metnin altındaki imzalar çoğaldıkça, metnin dolaysız anlamının silinip toplumsal karşıtlıklar ve çıkarlar üzerinden okunmaya başladığını gösteren, kültür sosyolojisiyle uğraşanlar için çözümlemeye değer bir vaka sunuyor.
Bildiğini okumak...
Binlerce onbinlerce imza bir metnin anlamını değiştirebilir mi? Mantıksal yanıtı “hayır” olmalı. Gene de, metne verilen onayın toplumsal bir ölçek kazanması, onun ima ettiği ve edebileceği bütün dolayımları da tartışmanın içine çekerek pekala konuyu başka bir bağlama taşıyabiliyor, tıpkı bir toplu kavganın çıkışı ve genişlemesi gibi...
Biri, birine birşey söyler, bir başkası söylenen sözdeki kimi sözcükleri duyar ve bunları karşısındakinin kendisi hakkında sahip olduğunu varsaydığı yargıya göre yeniden sıraya dizer... Örneğin alıngan ve öfkeli bir kişinin on kelimelik uzun bir cümle içinden seçebildiği kelimeler diyelim ki, “bilmemnereliler... ve hırsız...” ise, çoktandır diş bilediği ve kendisinden nefret ettiğini düşündüğü kişinin söylediklerini “bilmemnereliler hırsızdır” diye diye anlar, lafa girer. Büyükbabası bilmemnerelidir... Oysa konuşan “bilmemnerelilere ‘hırsız’ diyorlar biliyor musun” demiştir. Önyargıyla başlayan ağız dalaşı kavgaya dönüşürken, altta kalan “bilmemnerelilere küfrediyorlar” diye haykırmaya başlar. İnsanlar toplanır, yaygaraya bakarak döğüşenlerden birinin üzerine çullanırlar, ayırmaya gelenlerden biri çullananların birinden yumruk yer, o da canının acısıyla kavgaya dahil olur, o olunca onu seven başkası onun yanına geçer, ötekine saldırır, arada edilen küfürler yeni kavga gerekçeleri doğurur ve uzar gider...
“1915 Büyük Felaketi” bildirisi tartışması da biraz böyle... Metin bir millet/halk olarak “Türkler”i bir şeyden sorumlu tutmasa ve bir “soykırım”dan söz etmese de “1915”, “Ermeni”, “Büyük Felaket” ve “Özür” sözcüklerini aynı cümle içinde görenlerin büyük çoğunluğu bildiriyi “1915 ‘Ermeni Soykırımı’ dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti [ya da Türkler] Ermenilerden özür dilesin” diye okuyor. Okuma yazma bilmediklerinden değil, bu sözcükler onların havsalasında başka bir bağlamda bir araya getirilemediğinden, herkes bildiğini okuduğundan.
Bildiriye karşı çıkanlar arasında Türk milliyetçileri de var, “bir şeyler olmuştur ama ‘soykırım’ olmamıştır” diyen solcular da. Öte yandan bildiriyi imzalamayanların tümü 1915’te bir “soykırım” yapılmadığını söylemiyor, ama kendisinin bu “soykırım”dan sorumlu tutulamayacağını düşündüğü için imzalamıyor. İmzacılar arasında da, bildiriyi imzalamanın kendini şahsen “soykırım”la suçlamak demek olduğunu düşünen ama sırf “soykırım” tartışmasının kapısını açsın ve “T.C.’yi açmaza alsın” diye imza attığını söyleyenler de var.
Özrün davet ettiği...
Elbette, ilk imzayı atanların “sol-liberaller” olmasına bakarak, bunun aslında toplumun dikkatini “kapitalizmin küresel krizi”nden uzaklaştırarak “gündem değiştirmek için girişilmiş bir komplo” olduğu“nu düşünen ya da “liberallerle aynı safta yer alamayacağı” için imzadan kaçınanlar da az değil.
Doğrusu metin üzerinde dikkatle düşünen bir sosyalistin onun davetini hem doğru okuması, hem de bu davetten imza ötesinde bir vazife çıkartması gerekirdi. Çok dikkatle kaleme alınmış olan imza metni, okuma yazma bilen herkesin aslında anlayabileceği gibi “1915'te Osmanlı Ermenileri'nin maruz kaldığı Büyük Felâket”i kimin meydana getirdiğiyle değil, "buna duyarsız kalınması, bunun inkar edilmesi”yle ilgileniyor. “Ermeni kardeşler”den dilenen “özür” bu “adaletsizlik karşısında duyarsız kalınmasına, bunun inkarı”na karşılık.
Şimdi herkes elini vicdanına koysun. Son on yılda Türkiye’de nispeten genişleyen ifade özgürlüğü alanı 1915’in öncesi ve sonrasına ilişkin araştırmaları çoğaltmasa, sosyalist hareket, tarihin tanıdığı en büyük etnik temizliklerden biri ve onun sonuçlarıyla politik ve programatik olarak ilgilenecek miydi?
Biz sosyalistler, “inkar” etmesek de “kabul" ettik mi 1915’te olanları ve onun sonuçlarını? İzini sürdük mü? Bu konuda “duyarlı” olduk mu?
Bir Türk sermaye sınıfının oluşması şunun şurasında 80-90 yıllık bir hikaye. Bu sermaye birikiminin en güçlü kaldıraçlarından birinin gayri Müslim ahalinin mülksüzleştirilmesi, Ermenilerin “Büyük Felaket”inin Türk burjuvazisinin doğum günü şenliği olduğunu iyice anladık mı gerçekten? Türk burjuvazisinin ırkçılığın kucağına doğmuş olmasının anlamı üzerinde yeterince düşündük mü?
Bu “felaket” ve onu izleyen “mübadeleler”in emekçilerin en iyi eğitilmiş, en modern kesimlerini yeni Türkiye’den kazıyarak, işçi hareketini de, sosyalist hareketi de on yıllardır bir türlü giderilemeyen bir köksüzlük haliyle baş başa bırakmış olduğu hakkında yeterince düşündük mü?
Ermeniler’le birlikte Osmanlı Devleti’ndeki ilk sosyalist parti, “Sosyal Demokrat Hınçak Partisi”nin bütün düşünsel mirasının bu topraklardan sürülmüş olmasının gölgesinin bugüne de düşmüş olabileceğine akıl yorduk mu?
Sorular çoğaltılabilir... Eğer bu sorulara olumsuz yanıt veriyorsak, o zaman durumdan çıkartacağımız vazife var demektir.
Önce kendimizden özür...
Bizler “devlet adamları” değiliz, tartışmanın “toprak”, “tazminat” gibi konulara uzanıp uzanmayacağıyla ilgisiziz. Marx’ın dediği gibi “eleştirimizin sonuçlarından korkmayız.” Ama durumdan çıkan vazife bununla da ilgili değil henüz. Vazife Türk ırkçılığının yapı taşlarının sökülmesi bakımından 1915’te olanların ve sonrasının bizim sosyalist hareketimize ve programatik hedeflerimize nasıl yansıdığının çözümlenmesiyle ilgilidir: Türk ırkçılığıyla hesaplaşmadan, işçi sınıfının onun etkisinden sıyrılmasına yardımcı olmadan, bu sınavdan alnının akıyla çıkmadan, enternasyonalist bir sosyalist hareketimiz hakikaten var olmayacak.
Bu görevlerimizi layıkıyla yerine getirdiğimizi düşünenlere sözüm yok. Ama bunun için hiç değilse bir kanıt ileri sürmelerini beklemek hakkımız. Yoksa kendilerini korumalarına yardımcı olamadığımız için Türk ırkçılığının, sonuncusu Hrant Dink olan bütün kurbanlarına ve işimizi “liberallere” bıraktığımız için de kendimize özür borçluyuz... (EK)