"ne yen içinde, ne dışında, kolumuz kırılmasın"
sevgili şanar yurdatapan'ın burada zaman zaman dile getirdiğim "türkiye 'küçük' millet meclisleri" ile ilgili son mesajının başlığı buydu. o mesajında "bir dileği" olduğunu söylüyordu. bu yazı asıl olarak o dileğin gereği için yazıldı.
bu dileği şöyle ifade ediyordu sevgili şanar:
"yaşadığınız olumsuzlukları, boş salonlarda kendi kendimize konuşmak durumunda kaldığımızı lütfen açıkça yazın!"
dediği doğruydu aslında. bir kaç kez "fotoğrafla" da saptadığım oldu bu gerçeği.
zaman zaman katılımın azlığından ve yeterince etkin olmamasından yakındık hep birlikte. harcanan çabaya göre sonucun yetersiz olduğu da ifade edildi. ama ben bu çalışmayla ilgili olarak hep bardağın dolu tarafını görmeyi yeğledim; katılanlara teşekkür ettim ve önemli bir işin yaratanları, paydaşları olduğunu söyledim, sevgili şanar ve bu işin mutfağındaki ekibi de sürekli kutladım ve teşekkür ettim.
o yüzden de onun dileğinin tam karşılığı olmayabilir yazacaklarım
sorunun adı ne?
bana göre sorun "özgürlük ve demokrasi"ye dair algılarımız, anladıklarımız ve yaptıklarımızla bağlantılı her şeyden önce.
insan bir "toplumsal" yaratık. tek başına değil, topluluklar halinde yaşıyor.
topluluklar ise ilkel komünal toplumlardan bu yana hemen daima bir "egemen"in varlığını gerektiriyor.
doğduğu andan itibaren bir topluluk içinde bulunan, fiziksel özellikleri ve aklıyla "küçük" olan insan, daha doğar doğmaz o topluluğun diğer bireylerine muhtaç halde yaşama ilk adımını atıyor.
muhtaç olmak ve gereksinimlerin başkalarınca karşılanması, varoluşunu sürdürmek için onların karşılanma zorunluluğu doğal olarak öncelikle "itaat" ya da "tabi olma"yı da gerektiriyor.
bu, insanların doğdukları anından itibaren yaşayarak öğrendikleri, öğrenmeye zorlandıkları bir tutum ve kolay değişmeyecek bir gerçekliktir.
bunun ortadan kalkması için yalnızca gereksinimlerin başka bir şekilde sağlanması yeterli değildir. ayrıca oradaki "akıl"ların da öncelikle bunu kabul etmesi gerekir.
akıl her durumda "rasyonel" davranır ve bedenin varoluşunu sürdürmesi için daima "iyi, rahat ve kolay" olanı yeğler. tersinden yani kötü, zor, rahatsızlık verenden de kaçmaya, kaçınmaya çalışır.
onun için "itaat" ilk ivmesini bir itaat edilenden alsa da sonrasında itaat eden kendi içinde bunu yaratır. çünkü "itaat" etmek için herhangi bir şey yapmaya gerek yoktur. başka bir deyişle "bir şey yapmamak" ya da "pasif" kalmak sıklıkla yeterli olur.
oysa "özgürlük" duygusunu hissetmek ve "özgür olmak" için, aklın bunu doğru bulmasının ötesinde, bir "isteğin" olması da gerekir.
insanların "doğru" olanı istemeleri ve "doğru"yu yapmaları daima bir bedel ödemelerini gerektirir. en küçük bedel "harcanacak emek"tir. bir "eylem"e geçmek, yani "hareket" etmek için gereken insani güç. bu ise hem "zor"dur, hem de genellikle "rahat"lığı ve denge halini bozar.
egemenler egemenliklerinin başında baskı ve zor kullansalar da, bu durumu sürdürmek için sürekli olarak bunu uygulamak zorunda değildirler. "tabi" olanlar bir süre sonra en azından kendilerini korumak için hiç bir davranış, eylem ya da harekette bulunmadan yani "tam bir itaat" ile orada var olurlar.
demokrasinin boyutları
"demokrasi" için de aşağı yukarı aynıdır gerçekler. "tabi" olmanın tersine yaşamda normal ya da olağan olarak var olan bir şey değildir demokrasi.
önce ondan haberdar olunması ya da böyle bir şeyin olduğunun farkına varılması gerekir. bunun için kuşkusuz algılamayı sağlayan duyargaların en geniş biçimde açılmış ve etkin bir şekilde çalışması gerekir. sonra ona dair bilgi edinmek gerekir. ardından da o bilginin özümsenmesi, içselleştirilmesi!
demokrasiyi anlamak ve kavramak için aslında bunlar da yeterli değildir.
bu olguyu yaşamın içindeki çeşitli durumlarda denemek, küçük küçük de olsa bazı örneklerde uygulamalarını görmek ve yaşamak gerekir.
bunların hepsi yaşandıktan sonra bir "anlayış" ya da "kuram" oluşur kişinin kafasında. hatta eğer bu süreç yeterince iyi ve doğru yaşanmışsa, sınanmış, eksikleri tamamlanmış, yararları ve olumlulukları gözlenmişse bir "inanç" haline gelir.
işte o inanç, o akıl ve bunların hepsinin sonunda oluşan "bilinç" demokrasiyi bir olgu olarak var eder. ama bu da yetmez aslında bir de bunun her durumda uygulanır hale gelmesi gerekir. ancak o zaman bir "tutum"a dönüşür.
buradan da öteye gidilmesi gerekir: özgürlük ve demokrasinin hiç düşünmeden uygulanan bir "refleks"e ya da değişmez bir "alışkanlığa" dönüşmesi gerekir, insanın yaşamında tam olarak var olabilmesi için.
her insan için, hemen her durumda, bu olguların "iki yanı" vardır ve birliktedir:
herkes özgürlük ve bağımlılığı, demokrasi ve itaati aynı anda ve birlikte yaşar. çünkü her durumda hem kendisi birilerine "itaat eder", hem de birilerinin kendisine itaat eder.
dolayısıyla tek başına "itaat etmemek" yetmez özgürlük ve demokrasi için. aynı zamanda birilerinin de kendisine itaat etmesinden rahatsız olmak, onların da itaat etmemesini istemek gerekir.
bu olana kadar yani "özgürlük ve demokrasi"yi tek yanlı yalnız kendinde ve kendi özünde yaşamak bu konudaki tutum ve davranışların refleks hale gelmediğini gösterir.
ne yazık ki toplumlar onları oluşturan bireylerin "özgürlük ve demokrasi" konusundaki algı, düşünce, tutum ve davranışlarıyla "demokratik ya da despotik" olurlar.
temsili demokrasinin işlevi
toplumların "üst" tabakalarının açık, adil ve özgür bir seçimle belirlenmesi "demokrasi ve özgürlüğü" var etmez. ancak bunun ön koşullarını sağlama anlamında anlamlıdır. ama bununla birlikte özgürlük ve demokrasinin öğrenilmesi bakımından da önemli ve değerlidir.
tıpkı her türlü düşüncenin ifade edilme olanağının tanındığı meclisler gibi, t'k'mm'ler de "özgürlüğün ve demokrasi"nin öğrenildiği "zorlu" okullarından birisidir bana göre.
"zorlu" dedim, çünkü sadece bu yapıyı oluşturanların ya da katılımcılarından bazılarının saydığım bu tutum ve davranışlara sahip olması yeterli değildir.
ancak herkesin bu noktaya gelmesi halinde hem "okul" özelliğine tam anlamıyla kavuşur, hem de gerçek işlevini yerine getirebilir.
t'k'mm'lerin bir zorluğu daha vardır:
genellikle bu meclislerde ele alınan konularda yaşanan olumsuzlukların muhatapları oraya katılanlar değildir. söyledikleri de, önerdikleri de ya kendileri dışındakiler, ya da toplumun bütünü için gerekli olan şeylerdir.
diğer yandan da aslında o dediklerini yaptırma ya da gerçekleştirme gücüyle donatılmış değildirler. bir anlamda "dışarıdan gazel okuyan" konumundadırlar. bu o toplantılara katılan hem asiller hem de vekiller için geçerlidir.
özgürlük yerine itaat genellikle hepsinin temel tutumudur. çünkü "vekiller" de kendilerinden üsttekilere itaat etmektedirler.
konulan konuyu değiştirmeyen bu anlamda "sonuçsuz" kalan konuşmalar, tartışmalar, eğer o sonuca odaklanılırsa bir süre sonra kişileri yorar, umutlarını yitirmelerine, hoşnutsuzluklara ve mutsuz olmalarına yola açar. o zaman kopuşlar, uzaklaşmalar, kaçmalar kaçınılmazdır.
bu noktada bu yapıdan beklentileri yeniden anımsamak ve şekillendirmek gerekir.
anayasanın anlamı
yalnız t'k'mm toplantıları değil, onlara koşut olarak gerçekleştirilen "anayasamızı hazırlıyoruz. halk konuşuyor - tbmm dinliyor" toplantılarında da hemen hemen benzer şeyler söz konusudur.
sonuç bir anayasanın halk tarafından yapılması olarak belirlendiğinde bunun doğru ve gerçek olmadığı, olamayacağı, sürecin "asıl" aktörlerinin, başrol oyuncularının bunu belirleyeceği hemen görülebilmektedir.
bir şeyin doğrusunu söylemek, onu önermek, onu isteyenlerin sayısını çoğaltıp, geniş çoğunluklar tarafından benimsenmesi sağlanmadıkça sonuca etkili olmaz.
tâbi olma davranışını benimseyenler, yeni bir şey söylemek yerine iktidarın nasılsa yapacağını düşündüklerine kendilerini uydurmaya çalışırlar. çünkü varlıklarını ve iyiliklerini ancak böyle sürdürebilirler.
dolayısıyla sevgili şanar'ın mesajında söz ettiği "kötü bir durumu örtbas ederek onu 'hiç düzelmemeye' mahkum etmiş oluyoruz" saptaması bence mevcut durumu yansıtmıyor. burada asıl sorumlu olarak gördüğü mecliste temsil edilen ve/veya edilmeyen siyasi partiler de tek sorumlu değiller. suçları da o toplantılara gelmemek ve etkin biçimde katılmamakla da sınırlı değil bence. sorun çok daha derinlerde, yani yukarıda anlatmaya çalıştığım tüm bu sistemin üzerinde yükseldiği "özgürlük ve demokrasi"ye dair algı, tutum ve davranışlarımızda.
en azından kendi adıma yukarıda anlattığım gerçekliği görüyor, bunun değişmesi için de bu yollardan geçmenin gerekli, zorunlu hatta mevcut ortamda "doğru" olduğunu düşünüyorum.
iyileştirmeler olamaz mı? kuşkusuz olur!
bunun için amacı ve hedefi yeniden netleştirmek, olası katılımcılara ulaşarak katılımcı sayısını daha çoğaltmak, katılanların ise daha içten davranmalarını sağlamak, herkesin kendi açısından gerçekleşen toplantının somut çıktılarını saptamasını ve paylaşmasını istemek, katılması gerekip de katılmayanların gerekçelerini paylaşarak görünür hale getirmek vb. basit ve küçük çabalarla "özgürlük ve demokrasi" algı ve tutumlarımız daha ileriye götürülebilir. bunların her birisinin çok emek ve kaynak gerektirdiğinin farkındayım. dahası bunlar ancak zor fark edilir, küçük değişimler ve sonuçları doğurur. tersine bu faaliyeti benimseyen ve sahiplenen kişilerin sayısını da azaltabilir. ama "özgürlük ve demokrasi"yi geliştirmeyi var etmek çok da kolay değildir. kendimize bakar, "ne kadar özgürüm" ya da "ne kadar demokratım" sorusunu kendimize sorarsak bunun zorluğunu daha kolay fark edebiliriz.
ilk adımı atmadan hedefe varılamayacağı gibi, yolu yarılamadan da hedefe ulaşılamaz.(ms/as)
istanbul tkmm toplantısı yarın: 6 mayıs 2012, pazar; 14:00 - 17:00
yer: tarık zafer tunaya kültür merkezi - tünel (eski beyoğlu evlendirme)
genel konu: 28 şubat, 12 eylül ve diğerleri... geçmişimizle yüzleşebilecek miyiz?
yerel konu: istanbul şehir tiyatrosunda kriz ve düşündürdükleri: sanat kurumları nasıl yönetilmeli? (orhan alkaya ve şehir tiyatroları sanatçıları katılacaklar)