Walter Benjamin Tarih Kavramı Üzerine (1) Tezler'inin IV'üncüsünde, sermayenin karanlık bir çağında geçmişin ışığından söz ederken ne kadar da uyarıcıdır. Bugün, o karanlık çağdan da zifiri bir karanlığa -siyasi İslamcı örgütlenmeler ve teokratik devletler bu karanlığın sadece diğer yüzüdür, sözünü ettiğimiz bir bütün olarak beşeri varoluşumuzu ve dünyanın geleceğini yok eden “küreselleşmiş” sermaye karanlığıdır(2)- gömüldüğümüze göre hatırlamalıyız:
“Marx'tan feyz almış tarihçinin her zaman göz önünde tuttuğu sınıf mücadelesi, kaba ve maddi şeyler için yapılan bir mücadeledir. Bunlar olmadan incelmiş ve manevi şeyler de olamaz. Yine de sınıf mücadelesinde bu değerler, galibin payına düşen bir ganimet gibi çıkmaz ortaya. Umut, cesaret, mizah, kurnazlık ve azimkârlıkta hayat bulurlar. Geçmişin derinliklerine uzanır etkileri: Hâkim olanın her zaferini yeni baştan sorgularlar. Çiçeklerin yüzlerini güneşe dönmesi gibi, geçmiş de gizemli bir güneş tutkusunun verdiği şevkle, tarihin ufkunda yükselen güneşe uzanmak için çabalar. Tarihsel maddeci, bu göze görünmez dönüşümün farkında olmalıdır.”
Benim gibi “geçmiş kalıntıları” hiç unutmamışlardı ya, “postmodern özgürlük dini”ne kapılmışların “epistemik cemaatleri” içinde izlediklerini sandığım “solcu” düşünürlerden ilk farkına varan ve “en azından felsefi bir dürüstlüğe dayanan” topluluğun yüzüne vuran Slavoj Žižek oldu. Kast ettiğim, Lenin üzerine yazdığı makalelerdir.(3)
Seçme özgürlüğü
Žižek, basitçe, liberal seçme özgürlüğünün açmazlarını gösterir ve Lenin'in biçimsel özgürlük eleştirisini görünür kılar. Biçimsel özgürlük, mevcut güç ilişkilerinin belirlemesi içinde bir seçme özgürlüğüdür, icra edildiği sahne bu güç ilişkilerinin tasallutu altındadır; “gerçek” özgürlük ise, bizzat bu güç ilişkilerinin belirleyiciliğinin altını kazan bir müdahalenin sahnesini adlandırır.
Daha anlaşılır şekilde söylenirse, belirlenmiş koşullar içinde seçme serbestliği özgürlük değildir, bizzat bu koşulların seçilebileceği konum, gerçek özgürlüğe kapı aralar. Marx'ın insanlık tarihinin bu evresini komünizm olarak adlandırdığını tekrar etmeye sanırım gerek yoktur. Bu perspektife Benjamin'in çiçeği gibi yüzünü dönmek, özgürlüğü lağveden her tür toplumsal koşula karşı gerçek özgürlüğün yegane savunulma biçimidir.
Lenin'in burjuva demokrasisi dediği “biçimsel özgürlük” sahnesinin, liberal seçme özgürlüğünün, ister öznenin içsel belirleniminin dışavurumu olarak (arzularımız ile potansiyellerimiz arasındaki mesafenin kapanması olarak), isterse de toplumsal varoluşumuzun özgürleşimi olarak nitelenmesi oldukça güçtür. Olsa olsa, çağımızda “bedensel varoluşu ile insan da içinde tüm doğayı ve yanında ruhumuzu, aşklarımızı dahi metaya çeviren” piyasada -çoğu tekeller tarafından çoktan belirlenmiş- ürünler arasındaki bir seçme serbestliğidir.
Kısaca, Lenin'in özgürlük görüşü bu seçme özgürlüğü ile sınırlı değildir; özgürlük, koşullu seçimin aksine köktenci şekilde koşulları da Seçmeyi ima eder. Lenin, özgürlüğün sınıf mücadelesi içinde nasıl bir işlev göreceği sorusuna kesinlikle doğru olan şu yanıtı verir: “Bu özgürlük, radikal devrimci Tercih'imizi sınırlıyor mu, yoksa ona katkıda mı bulunuyor?”
Türban hangi modadan kalma?
Artık unutulmuş görünüyor, “hakikat”ler geri dönmüş gibi. Halbuki, ne özne “söylem dışında” tasavvur edilebilirdi, ne de hakikat. Sadece metinler vardı, arasında oynaştığımız. Epistemolojik temsil çökmüştü, zaten yoktu ya, bazı “büyük anlatıcılar” uydurmuşlardı, hızlarını alamamış bir de siyasal temsil gibi saçmalıklar çıkarmışlardı. Ne demekti canım, işçi sınıfı falan, yok “sömürü” yok “kapitalizm”, hele de “toplumsal kurtuluş”! Bunların sözünü etmek de alay konusuydu. Şimdi bu fikirleri pazarlayanlar da unuttular ya, bir ara modaydı.
Sözünü ettiğim “postmodernizm” denilen ve “özne”nin, “hakikat”in ve elbette gerici olanının değil “devrimci” siyasetin, özel olarak da sosyal bilimlerin köküne kibrit suyu döken kötümserliktir. Moda olduğu zamanlarda, Marksistler, postmodernizmle dinin dönüşü arasında bir ilişki olduğunu, hatta postmodernizmin genel olarak burjuva gericiliğinin bir biçimi olduğunu söylemişlerdi.
Ben de açıkça söyleyeyim, bu fikirler, üçüncü dünyada radikal köktendinciliğin önünü açmıştır. İlk bakışta postmodernizm dine karşı imiş gibi görünse de, genel olarak "bilim" karşısındaki tutumu dinsel gerçeğin "kamusal tartışma" ve "oydaşma"daki rolünü yükseltmiş; dinsel bilgi taşıyıcıları, bütün dünyada yayılmışlar ve bir tür 'hakikat söyleyiciler', 'vahye çağırıcılar' olarak geniş bir kabul görmüşlerdir. Sadece tek tanrılı dinler açısından değil, doğu dinleri ve felsefesi açısından da geniş bir yayılma ve bilimsel bilgi karşısında dinsel bilginin yeniden dirilişi söz konusudur.
Haliyle Türkiye'de postmodern söylem, siyasi İslam'ın modern arayışları için bir sığınak işlevi görmüştür. Postmodernizmin doğruları eşitleme ve yerinde ve yerel olanın "meşru ya da güzel ya da doğru" olduğu iddiası, esas olarak Batı ile periferi arasındaki çelişkileri gizlemeye yarar.
Bu çerçevede, örneğin, radikal demokrasi perspektiflerinin "fark" teorilerine dayanan "çok kültürcülük" talebi, bütün çağrışımlarına rağmen postmodernizme bağlanan kuramcıların elinde demokratik bir ideolojiye bağlanmaz, popülerleştiğinde, Huntington gibilerin elinde medeniyetler çatışmasının gerekçesine dönüşür.
Aslında, en azından soldan katılanların derdi, sermayenin krizine kinik bir tepki vermekti ya, sonuçlarını işte görüyoruz: Hep birlikte, cümbür cemaat, “türbana özgürlük” istiyorlar. İyi de ne özgürlüğü bu?
Postmodern özgürlük dini
Bu aslında, bırakalım Lenin'i, liberal anlamda da bir “özgürlük” istemi falan değil, teolojik bir talep. Dinsel bir buyruğa uyma arzusu. Bir inanç pratiği. Nasıl oluyor da bu teolojik talep “özgürlük” sayılabiliyor?
Gene postmodernizme döneceğim, ister istemez. Postmodernizm, tüm pratikleri ve inançları içinde hiçbir evrenselcilik ihtimalinin bulunmadığı öznel yönelimlere indirgeyen bir tür hiper-görececilik olarak, örneğin, “sömürü”ye karşı çıkan bir toplumsal hareketle, “dinsel buyruğa uymak isteyen” hareket arasında ayrım gözetmez. İkisi de gerçek değildir ve her iki talep de sadece “söylem” temelinde kurulmuştur.
Bu görececiliğin böylece, ateist tipte bir görececilik olmadığını, postmodern kültürlerin görececiliğinin daha ziyade bir küresel farklılık ve çeşitlilik bağlamındaki gündelik tüketicilik deneyimiyle, daha açık söylersek, sermayenin küresel piyasasıyla alakalı olduğunu gözleyebiliriz. Postmodernizm ve ondan esinlenen sol ya da sağ liberalizm, ilkel bir kabilenin büyücüsünü 'hakikat anlatıcısı' olarak Marx’a eşitlediği zaman, bu piyasada, kendini dinin ve maneviyatçı milliyetçiliğin arkasına geçmekten kurtaramaz.
Böylece, liberal özgürlük miti, postmodern özgürlük dini olarak, sermayenin bu karanlık geçiş çağında imdada yetişir: Bu büyük resme bakıldığında, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin, salt neo-liberal bir siyasi aktör olarak değil, postmodern bir kültürel aktör olarak sermaye hegemonyasını dinsel temelde nasıl kurabildiği daha kolay görünür olur, elbette suç ortaklarıyla birlikte!
Suç ortakları
Evet, bu suçtur. Biliyorum, “türbana özgürlük” isteyen masum liberal beyefendiler ve hanımefendiler, “suç” sözcüğünü duyunca, eski çantalarını azıcık karıştırıp bulacakları postmodern gevezeliklerle, benim ne kadar da “totaliter fikirli” olduğumu falan ileri süreceklerdir. Žižek makalelerinin İnternet adreslerini boşuna vermedim; “totalitarizm” liberal bir efsanedir. “Türbana özgürlük” ise postmodern bir geveleme.
Maalesef, suçtur. Anlatalım: Moda olduğu zamanlarda Spivak'ın bir sömürgecilik söylemi analizi vardı. Spivak, Derrida geleneğini izleyerek Hindistan’da yerleşik 'sati' yani kadının ölmüş kocasıyla birlikte yakılması -kadının kendini kurban etmesi- geleneğinin (dini kural) İngiliz subaylar tarafından yasaklanmasını (doğrusu, okunuşunu: zira subay da yasaklamıyor canım, öyle okuyor, her şey metinler arasında ya!) yapıbozuma uğratmıştı. Buna göre bu subaylar kadınları kurtararak yanlış yapıyorlardı çünkü, bu onlara İngiliz değerlerinin dayatılması demekti ve kadınların kendi söz hakkı olduğunu yadsıyordu.
Spivak’ın bu analizi, bu kuralın tekrar yasalaşmasına cevaz verir ve Spivak, bu korkunç durum üzerine bir yorumda bulunmaz. Spivak’a kalırsa, 'kadınların söz hakkı', 'yaşama hakkı'ndan önce gelmektedir ve zaten her şey 'söz'den ibaret olduğuna göre pek bir sorun da yoktur.
Bu açıkça vahşetin teorisidir ve feminist ya da postmodernist bir kisve kazanması çok şey değiştirmez. Ayrıca, bu durum, hakikatin cemaatin iç iletişim ve oydaşmasına bırakılmasının sonuçlarını da gösterir. Buna vaktiyle, yapıbozumun karanlık kullanımı demiştim, şimdi ileri gidiyorum: Bu insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur! Bu söylediklerimin bir “abartı” olmadığının en somut kanıtı, Afganistan'dır.
Marx ve Engels, bazı yönlerden bizim de eleştirdiğimiz, tarihli toplumlar tarihsiz toplumlar ayrımı yaptığı zaman, basitçe Batı merkezli düşünmüyor Doğu toplumlarındaki sınıf oluşumlarının sermayenin hareketi (tarih) karşısında nesne olması olgusu ile yüzleşiyordu. Bu yüzden Marx'ı oryantalist olmakla suçlayanlar çoktur. Aslında o kadar zor bir sorunla karşı karşıya değiliz. Marx, hiçbir zaman İngiliz valilerini övmemiştir; ama, hadi post-yapısalcı terminoloji içinden anlayacağınız gibi konuşayım, disiplin toplumu, ya da doğrusu, kapitalist toplum, disipline ettiği kadar özgürleştirmekteydi de.
Demek ki, İngiliz sömürgeciliğinin eleştirisi ancak Marksist temelde yapılabiliyor; laf salatası ile yapıldığında sonuç, suçtur. Keza, Kemalizmin eleştirisi de!
Manevi bunalım
İçlerinde “solcu”ların da olduğu “aydın”ların bazıları AKP ve MHP'nin “türbana özgürlük” getiren anayasal düzenlemesinden yana tavır geliştirdiler. Benim gibi bu konuda “özgürlük” ile “türban” yan yana konamayacak ayrı tarihsel ve toplumsal ilişkilerin ve mücadelelerin sonucudur diye düşünenler, başka deyişle “postmodern özgürlük dini”ne hiçbir zaman iman etmeyenler, bu zatlarca, “özgürlük düşmanı” olarak görülüyor.
Vaktiyle, Lenin ve o dönem için Lenin'in fikirlerinin başat eğilim haline dönüştüğü enternasyonal işçi hareketi de “liberal özgürlük dini”ne biat etmemiş, “özgürlük düşünü” Marx'ın izinden sürmüşlerdi. Lenin kendinden çok emindi ve muarızlarını yerden yere vurduğu ağır polemiklerle dolu metinlerinden anlaşıldığı üzere büyük olasılıkla dönemin liberal zatlarını pek umursamıyor ancak “sosyal demokrat hareket üzerindeki etkilerini” epeyce ciddiye alıyordu.
Memleketimizin “postmodern özgürlük dini”ne kapılmış “aydın zevatını” Lenin'i izleyerek pek de ciddiye almamız gerekmediğini söylemek mümkün. Kısa vadede onları bu dinden çıkarmak mümkün olmadığına ve onların dini ne olursa olsun sınıf mücadelesi bütün çıplaklığı ile sürdüğüne göre diğeri zaman kaybı olur.
Bu din, kendi hegemonyasını tarihsel olarak kurma becerisini gösterebilecek devrimci bir işçi hareketinin ve bağlaşıklarının gelişmesiyle tarihin çöplüğündeki yerini aldığında, bu dinin müritleri de nasılsa imandan çıkacaklardır.
Ancak, 12 Eylül yenilgisinden beri, bu adamların dümen suyuna giren, hatta yer yer entelektüel sermayelerini bu tip adamların türemesi hizmetine sunan “solcu tenkidi ulemanın” manevi bunalımını görmeliyiz. Fazlası şu; 12 Eylül yenilgisinden sonra hemen hemen her temel kavşakta bu “tenkidi ulemayla” pek esaslı bir “yol ayrımına” girdiğimiz açık olmakla birlikte, bıkmadan bir kez daha, bu yol ayrımını da bilince çıkarmak, mümkünse manevi bunalımlarından çıkmaları için yardımcı olmak zorundayız. Bu arkadaşlara göre bizim gibiler ülkemizde solun önünü tıkayan bazı “geçmiş kalıntıları” olsa bile...
Çünkü buradaki “suç”, Heidegger'in Nazilerle ilişkisindeki gibidir.(4) Burada sadece Türkiye tipi liberalizmin her zaman milliyetçiliğe ve mukaddesatçılığa açık olmuş “karanlık yüzü” değil, aynı zamanda manevi bunalımın “suç ortağına” dönüştürdüğü bir “aydın damarı”nın kuruması da söz konusudur. “Postmodern özgürlük dini” ile flörtü yıllardır sürdürüyorlarsa da, geldikleri nokta Fethullah Gülen Cemaatinin “hoşgörü toplumu”nu meşrulaştırma, hatta yer yer ona biat etme olunca, görev ister istemez “Duyun Artık!” diye uyarmaya dönüşüyor.(5)
On yıl sonra
Bilinçli bir şekilde, solda duranların “türbana özgürlük” için müracaat ettikleri, özgürlük kavramının liberal gelenekte geliştiği şekliyle bile (Marksizmden vazgeçtim!) iç tutunumdan yoksun gerekçelerini, Lenin'i izleyerek ağır bir polemiğe konu etmedim.
Ne yaptıklarını bildiklerini sanıyorum, bundan yirmi yıl kadar önce “sınıf mücadelesi” kavramına savaş açtıklarında da ne yaptıklarını biliyorlardı; beslendikleri uluslararası “kuramsal merkezler”, “biz sınıf yok dememiştik ki” deyince imama uyup azan cemaat misali unutmayı umduklarını bir çırpıda hatırlayıp “AKP'nin burjuva demokratik devrim yaptığından” falan da söz etmeye başladıklarından, bir on yıl sonra, bugün söylediklerini de unutacaklarına neredeyse eminim.
Dolaylı ya da dolaysız katıldıkları(6) Fethullah Gülen Cemaatinin “hoşgörü toplumunun” cemaate adını veren manevi lideri, vaktiyle -seksenli yılların ikinci yarısıydı ve ben ortaokul talebesiydim o zamanlar- Sızıntı Dergisi'nde aydınımızın “on yılda bir zuhur eden manevi bunalımlarından ” söz ediyor, bu bunalımdan çıkış için cemaatini adres gösteriyordu: Herkes kadar arada bir bu zat da doğru şeyler söylüyor, herhalde söylediklerinin “postmodern özgürlük dinine kapılmış aydınlarımızın manevi bunalımdan” çıkmalarına faydası dokunmaz. Dokunursa, bir on yıl sonra bize, Fethullah Gülen'in “özgürlükçü erdemleri”nden söz ediyor olurlar!
Nihayet: Üniversite ve türban
Bana soruyorsanız, “hem özgürlük hem laiklik” bildirisinde yetkince ifade edildiği üzere, üniversite gerçekten, mali, idari ve akademik olarak özerk ve sadece özerk değil demokratik -yani üniversite bileşenlerinin öz yönetiminde- olmalıdır.
Üniversiteye -kapitalizmin sonucu olarak çoğunluğu bu öğrenim hakkından yoksun bırakan zorunlu seçme süreci- dışında kimlerin girip girmeyeceği üniversitenin -üniversite özyönetiminin- meselesidir. Ancak, “türban örtme” teolojik birözgürlük” dine karşı kazanılmış Aydınlanma mirası bir Tercihtir. Yan yana gelemez. Tercih, “
Burada sorun “türbana özgürlük” değil, “üniversitenin özgürlüğü” sorunudur ve devrimci Marksizm, siyasi İslam'ın simgesi olarak “türban talebini” muarız kabul eder. Burada tartışılması gereken “özgürlük Tercihi”nin gerçek sorunu, siyasi İslamcı bu talep değil; YÖK'tür, akademik ve bilimsel özgürlüktür.
Hâlâ, “tamam da türban ne olacak” diye soruyorsanız, ben on yılda bir manevi bunalımdan ötekine sörf yapan Fethullah perver takımından değilim, ordu gelecek dertler bitecek safsatasına inanmış ulusalcı faşist takımından ise hiç ama hiç değil; benim yüzüm Benjamin'in çiçeği gibi, geleceği kurmak için parlayan geçmişe, Lenin'e dönüktür: “Bu özgürlük, öncelikle kadınların özgürlüğünü ve sonra radikal devrimci Tercih'imizi sınırlıyor mu, yoksa ona katkıda mı bulunuyor?”
Buyurun, Hitler zamanında şu ya da bu şekilde ona hizmet eden büyük filozof Heidegger, şu ya da bu şekilde günümüz karanlığına hizmet eden Spivak gibi “derin” entelektüellerden değilseniz, siz söyleyin... Çekinmeyin, buyurun! (SE/TK)
(1) “Tarih Kavramı Üzerine” adıyla çevrilmiştir. Bkz. Son Bakışta Aşk, çev. Nurdan Gürbilek, Metis, İstanbul ya da Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, YKY, İstanbul. Fakat ilgili literatürde tezler şeklinde yazılmış bu metnin “Tarih (Kavramı) Üzerine Tezler” olarak anılması da yaygındır.
(2) Bu karanlığın Benjamin'in tezlerinin izini sürerek bugün ne anlama geldiğini yetkince gösteren Michael Löwy'i anmalıyız. Bkz. Walter Benjamin: Yangın Alarmı, Tarih Kavramı Üzerine Tezlerin Bir Okuması, çev. Uraz Aydın, Versus, İstanbul.
(3) Bkz. “Can Lenin Tell Us About Freedom Today?”(Bugün Lenin Bize Özgürlük Hakkında Birşey Söyleyebilir mi?), “The Leninist Freedom” (Leninist Özgürlük), “A Plea for Leninist Intolerance” (Lenin'in Uzlaşmazlığının Bir Savunusu)
(4) Bu meselede değişik görüşler var. Ancak, 1969'da Der Spiegel'le yaptığı söyleşide, Heidegger gayet tutarlı bir şekilde, kendi insan arayışı bakımından Nazilerin gelişen hareketinde bir ışık gördüğünü ama bunu sonuna kadar götüremediklerini açıkça söyler. Bkz. Profesör Heidegger, 1933'te Neler Oldu? Der Spiegel'in Heidegger'le Tarihi Söyleşisi, çev. Turhan Ilgaz, YKY, İstanbul. İlgili cümlenin o anlama gelmediğine dair epeyce makale bulabilir, canınız çekerse, yüzlerce sağcı ya da solcu “felsefeci”yi tanık gösterebilirsiniz. Hadi, 1933'te ve sonrasında Üniversite'de Rektör olduğunu ve meşhur eğitim yılı açış konuşmasını da unutalım. Ben gene de tersini söylemekte ısrar ederim: Aynı söyleşide Heidegger, "teknolojinin üzerinde düşünülmemiş özünün global gücünün gizemi"nden söz ediyor. Megill, bunun ne demek olduğunun anlaşılamadığını ama 1966’da Heidegger’in Nazilerin, 'teknolojinin özüyle yeterli bir ilişki' kurmaya çalıştıklarını ama maalesef Nazilerin böyle bir şeyi başaramayacak kadar sınırlı bir düşünme biçimine sahip olduklarını söylediğini yazarak, yorumluyor: “Nietzsche’ci ya da Heidegger’ci perspektiften bakıldığında Nazilerin sorununun yeterince aşırıya gitmemeleri olduğunu söylemek belki de meşrudur, ama böyle bir perspektifin savunulabileceği herhangi bir başka perspektif tahayyül etmek güçtür.” Bkz. Megill, Aşırılığın Peygamberleri, çev. Tuncay Birkan, Bilim ve Sanat, Ankara, s.228. Kusura bakmayın, Can Yücel'e nazire yaparak şair Haydar Ergülen Birgün Gazetesi'nde pek güzel yazdı, şairler de izin verdikten sonra, ben hayda hayda, suça suç, faşiste faşist derim!..
(5) Türban konusunda devrimci Marksistlerin tutumundan söz ediyorum: Bkz. “Kadınlara Askerden, Sağcıdan Fayda Yok”, Ertuğrul Kürkçü ve “Duyun Artık”, Kenan Kalyon. Bu tutum, genel olarak devrimci Marksist çevreler tarafından da paylaşılmaktadır.
(6) Üzerine alınanlar olabilir, gerek yok. Kriter bellidir; Fethullah Cemaati, İhsan Dağı ve arkadaşları öncülüğünde “Üniversitede Özgürlük” kampanyası başlattı, bazıları iyi niyetle imza atmıştır ya da sevdikleri bir “talebe” önlerine koymuştur, kıramamışlardır, ben bunları bilemem. Ancak, bildiğim şudur, daha sonra, “Hem Özgürlük Hem Laiklik” kampanyası başlamıştır ve bu ilk bildiriye imza atanların bir kısmı buna da imza vermişlerdir. İlk bildiriye “türbana özgürlük” kaygısıyla değil “üniversitede özgürlük” kaygısıyla imza verenler zaten bu ikinci bildiriye de imza attılar. Sözünü ettiğim onlar değil. Meraklısı iki imza listesini karşılaştırır ve ikincisinde imzası olmayanların kimler olduğunu rahatlıkla görür. Ayrıca, Fethullah Gülen'in “hoşgörü toplumu” derken neyi kast ettiğimin anlaşılması için “Cumhuriyet'ten Zaman'a İdeolojik Hegemonya” adlı yazıma bakılabilir.