Önce doktorlar geldi, der eski bir hikaye, hastalıklar sonra icat olundu.
Benzer bir cümle palazlanıyor bu aralar ülkede: "Siz suçluları yakalayın biz suçları ayarlarız." diyor bu cümle ve Türkiye'deki adli sistemin yeni mottosuymuş gibi görünüyor.
Yargı ve polisin bu kadar uyum içerisinde çalışması gerçekten biz "hiçbir şeye karışmayan" vatandaşları çok memnun ediyor. Huzur içinde yaşıyoruz. Lakin hiç hoş olmayan şeyler oluyor arada.
Bazen kolluk kuvvetlerinin gecenin bir yarısı, sabahın köründe, evde ya da işte, hayatın ve zamanın bir yerinde bizim gibi "hiçbir şeye karışmadığını" sandığımız tanışlarımızı götürdüklerine şahit oluyoruz. Yüzlerindeki yardım isteyen ifadeyi, gözlerindeki "Lütfen bir şeyler yapın" çığlıklarını görüyoruz. İçimiz eziliyor. Hiç hoş değil
Biliyoruz, biz de "Bir şey yapmışlardır ki götürüyorlar, bir şey yapmasalar neden götürsünler?" diyoruz ama... Ne o, yoksa aramızda buna inanmayanlar mı var? Pekala o halde final cümlesi: "Bizi neden götürmüyorlar o zaman? Herkesi götürseler, bizi de götürürlerdi. Ama bizi götürmüyorlar. Neden ? Çünkü biz bir şey yapmadık."
Böyle zamanlarda kilit nokta şu "bir şe"' olur hep. Şu yapılan ve yapılmayan "bir şey".
Vatandaşlık haklarının çoğundan feragat etmiş, kendini mevcut sisteme teslim etmiş büyük çoğunluk için bu "bir şey" öğrenilmek istenilmeyen "bir şey"dir. Kendileri için bile telaşa kapılmazlar. O kadar aynı şeyleri yaparak yahut değişik şeyler yapmadan yaşıyorlardır ki, o yapılmaması gereken "bir şey"i yapmalarına imkan yoktur.
Dolayısıyla, bütün ömürlerini huzur içinde hep "aynı günü" yaşayarak geçirir bu gruptakiler.
Geriye ülkenin ve zamanın nesnesi değil, öznesi olmak isteyen bir azınlık kalır ki, onlar bu "bir şe"in ne olduğunu merak ederler; çünkü suç değilse savunmak icap eder bu "bir şey"i ve eğer suç ise yapmamak lazım gelir o "bir şey'i.
Türkiye'de artık on binlerce kişi "bir şey" yaptığı için tutuklu ve çoğu o "bir şey"in ne olduğunu bilmiyor, merak ediyor ve o "bir şey"in basitçe "hiçbir şey" olduğunu iddia ediyor.
Sistem "bir şey" var ama söyleyemem diyor. Diretiyor. Ve sonunda öğrenilen birkaç delile bakılınca, ithamları çizgi filmlerdeki gibi büyük hediye paketlerine konmuş "hiçbir şey"e benziyor. Mesela:
Bu yılın Ocak ayında Demetevler Parkı'nda dört arkadaşıyla birlikte göz altına alınan Yusufcan Yıldırım cezaevinden yazdığı mektupta gözaltına alınışlarının yakalandıktan üç gün sonra haberlere "Son dakika" olarak düştüğünü ve "Üniversiteleri kana bulayacak kaos timi yakalandı" şeklinde sunulduğunu yazıyordu.
Kamuoyuna sunulan bu şatafatlı ithamın gerekçesi bu öğrencilerin "ülkücü bir öğrenciyi dövecekleri şüphesi"ydi, sonuç ise seçmeli örgüt üyeliği (polis içinden birini seçecekleri dört örgüt adı sunmuştu parkta yakalanan öğrencilere) oldu. Ve Ocak 2011'de tutuklanan bu beş üniversite öğrencisinin ilk duruşması gelecek ay Aralık 2011'de. Gençlerin yıllarını gaspetmenin suç olmadığını düşünüyor sistem.
Yusufcan Yıldırım ve arkadaşları olayında ve başka pek çok davada bir dolu çelişki, absürt detay sıralayabilir ve yüzümüzde kırık bir tebessümle birbirimize bakakalabiliriz.
Ama mesele bu değil sanki. Mesele şu gibi: Nasıl oluyor da, insanları fütursuzca itham eden, suç olduğunu iddia ettiği şeylerin takibatını yine suç işleyerek, şüphelendiklerini yılları aşan sürelerle cezaevinde tutarak yapan bir yargı sistemiyle muhatap oluyoruz?
Ne yapmalıyız? Tek tek tutuklu insanları mı savunmalıyız yoksa hep birlikte temel insan haklarını ihlal eden bu yargı sistemini deşifre etmeye mi çabalamalıyız?
Üniversite öğrencisi Yusufcan Yıldırım vakasına dönersek, 10 aydır niye olduğunu bilmeden cezaevinde. Gelecek ay mahkemesi var ve annesi Melek Yıldırım aylardır oğlunun bırakılması için çabalıyorken üç gün önce gözaltına alındı. Anneye 'oğlundan vazgeç' mi deniyor?
Korkutmak için mi yoksa "bir şey" yaptığı için mi göz altına alındı, bilmiyoruz. Bugün belli olacak; ya serbest bırakılacak, ya tutuklanacak.
Ama sonuç ne olursa olsun; hiçbir sistem, hiçbir uygulama anneyi oğuldan, babayı kardeşten vazgeçiremez. Üniversite öğrencilerini özgür ve adil bir ülke talebinden vazgeçiremez. Bir öğrencinin, bir halkın politik olması suç değildir, bu darbe günlerinden kalma bir safsatadır.
"Özgürlük dışarıdaysa sürgün sizin yanınızdır" diyordu Kent Kontu, Shakespeare'in Kral Lear oyununda. Ve yıllardır sürgün yerine benziyor memleket.
Öğrenciler, gençler, insanlar politikayla ilgilenemiyorlarsa, düşüncelerini söyleyemiyorlarsa, o ülke sürgün yeridir, sürgündedir o insanlar.
Oğlu haksız yere gözaltına alındıysa ve çaresizlik içinde susuyorsa annesi, memleket artık memleket değildir o anneye.
Ama ne zaman ki, öğrenciler, gençler, insanlar politikayla ilgilenmeye, düşünce üretmeye, konuşmaya başlarlar ülkeye benzemeye başlar o sürgün yeri.
Ne zaman ki, o anne oğlunu yalnız bırakmaz ve oğlunu korumak için uğraşır, memlekete benzemeye başlar o memleket.
Öyle ki; baskılar, gözaltılar ve tutuklamalar bize sürgünden memlekete döndüğümüzü haber verirler. (BK/HK)