Bir taraftan toplum için cilalanmış bir özgürlük propagandası, diğer tarafta ise karşılığında sağlama alınacak milyarlarca dolar kaynak aktarımı ile anayasa değişikliği!
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) bir orta sınıf partisi olduğu düşünüldüğünde, bize çelişkili gibi görünen söylem ve politikaların farklılığının aslında büyük bir tutarlılık içerdiği görülüyor.
Bir taraftan "açılımdan" bahsederek toplumun önemli bir kesiminin barışa özlemine dem vuruyor, diğer yandan, iş pratiğe gelince, "Amanosları temizleyin" diyerek derin devlet korkumuzu tetikliyorlar.
Bir taraftan derin devlet ile hesaplaşma konusunda söylevler verirken, Ergenekon davalarını uzatarak, hafızamızla alay edercesine, davanın içeriğini derin devletin ortaya çıkarılmasından uzaklaştırıp sadece darbecileri yargılamaya dönüştürüyor.
Orta sınıf tutarlılığı bununla da sınırlı değil. Anayasaya "pozitif ayrımcılık" ile ilgili ifade koyarken, başbakan danışmanlığına üç eşli birini getirmekte sıkıntı duymuyorlar. Başbakan, kadın örgütlerini toplayıp büyük bir rahatlıkla eşitliğe inanmadığını söyleyebiliyor.
İşte bunlar AKP'nin tutarlı bir orta sınıf parti politikasına sahip olduğunun basit göstergeleri. Bu orta sınıf tutarlılığı Anayasa değişikliğinde de kendini gösteriyor.
AKP bu tavrıyla, söylemlerini toplumun ihtiyaç duyduğu "doğrular" üstüne kuran bir politikaya sahipken, pratiklerini ise sadece kendi çıkar gruplarının ihtiyaçlarına göre şekillendiriyor.
Mutlak piyasacı tavrıyla, piyasanın karşısındaki her türlü sosyal hak savunusuna, sadece göğüs germeyip doğrudan saldırıya geçiyor. TEKEL işçilerine saldırırken, hak gasplarına karşı açılan davalarda çileden çıkıyor. Özgürlük söylemi ise aslında halkın özgürlüğü gibi sunulmasına rağmen pratikte çıkar gruplarının özgürlüğünü ifade ediyor.
Son Anayasa değişikliği ile de kendisine problem çıkaran, kaynak aktarımına engel olan, bir takım ayak bağlarını ortadan kaldırmak istiyor.
Anayasa değişikliği ve özgürlük
Anayasa değişikliğinde, AKP, özgürleşme söylemini dilden düşürmüyor. Bu özgürlük söylemine "yargının demokratikleşmesi ve sivilleşmesi" de dahil.
Anayasa Mahkemesinde üye sayısının artması ve meclisin de üye seçmesi bunun örneği olarak gösteriliyor. Ancak 146. maddedeki bu değişiklikten yargının sivilleşeceği ve demokratikleşeceği anlamını çıkarmak mümkün değil. Çünkü ortada, niteliksel bir değişiklikten çok niceliksel bir değişiklik var.
Mesela hâlâ belli kurumlarca "seçilen" adaylar arasında Cumhurbaşkanı ve meclis bir "atama" yapıyorsa, bunun demokratik bir yöntem olduğunu söyleyebilir miyiz?
12 Eylül eseri YÖK için uygulanan bu yöntemi Anayasa Mahkemesine uygulayarak demokrasiden bahsetmek tam bir komedi. Daha da komik olanı, sivilleşen yargı perdesi ardında, Anayasa Mahkemesi'ndeki asker hâkimlerin yerini koruması.
Pratikte gayet askeri bir yargıyı "sivilleşme" adı altında bizlere sunarken, karşılaştırmalar da oldukça başarılı seçiliyor.
12 Eylül Anayasası mantığını modernize ederken, hep ilk haliyle karşılaştırmayı ciddi bir halkla ilişkiler projesi olarak kullanıma sunuyorlar.
2001 yılında Ecevit hükümeti zamanında yapılan 6. değişiklik buna örnek olarak gösterilebilir. Çok sayıda iyileştirmelerin yanında idam cezası kaldırıldı ve gösteri yürüyüşü ile ilgili olumlu düzenlemeler yapıldı. AKP kendi iktidarı sürecinde bu somut değişikliklerin rahatlığı içinde ekonomi politikalarını sürdürdü. Fakat süreç ekonomik olarak tekrar tıkanma noktasında, piyasalarda yeni düzenleme için insanların "Özgürlük ve Demokrasi" hayallerinin AKP için tekrar satışa çıkarılması gerekiyor.
"Özgürlüğün" de bir bedeli var mı?
AKP'nin çok sevdiği "özgürleşme ve demokratikleşme" iddiasının bir bedeli var tabii ki. Nitekim Ecevit hükümetinin yukarıda bahsettiğimiz adımların karşılığının 300'e yakın ekonomik reform olarak karşımıza çıkması gibi, AKP 125. madde içinde sıkıştırdığı ek bir "yerindelik" vurgusu ile yeni bir piyasanın önünü açıyor.
Kamuoyuna da yansıyan özelleştirme kararlarına karşı açılan davalar, otobüs biletleri zamlarının geri alınması ya da TEKEL işçilerinin kazandığı Danıştay'da verilen kararlar, ekonomik rantı sorunsuz yaratma konusunda bir engel.
Nitekim Bakan Çelik'in sözleri oldukça fikir verici. "Kamu yararı diye bir şey var. Peki kamu yararını 5-6 hâkim arkadaşımız bir araya gelip düşünüyor da ülkeyi idare edenler düşünmüyor mu? ... Kamu yararı olup olmayacağına karar vermek yargının işi değil " diyerek, mahkemelerin "yerindelik denetimi" yaptığına sözü vardırıyor.
Aslında şimdiye kadar kazanılan davalar yerindelik denetiminden çok hukukilik denetimi üstünden kazanıldı. Peki, zaten anayasada olan "yerindelik denetimi yapılamaz" ifadesine bir kez daha neden yer verildi?
Cevabı aslında basit, çünkü, AKP, ilerde çıkacak bu tür hukuksal denetimlere karşı "hayır siz yerindelik denetimi yapıyorsunuz" diyerek kararların önünü kesmeye yönelik politikaların altyapısını hazırlıyor.
Bu noktayı anlamanın yolu, somut durumu matematikleştirmekten geçiyor. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı verilerine göre, 1985-2002 arasında, yani AKP iktidarından önce, yaklaşık 8 milyar dolar özelleştirme 17 yıl içinde gerçekleştirilmiş.
Bu süreç AKP'nin ilk iktidar yılları olan 2002-2004 arasında dibe vurmuşken, hem 2005'de, hem de 2006'da bu 17 yılın iki katı kadar özelleştirme gerçekleştirilmiş.
Böylece yedi yıllık iktidarında AKP, toplam 31.5 milyar dolar özelleştirme gerçekleştirerek büyük bir piyasa başarısına imza attı.
Sorun da burada başlıyor. Pek çok büyük alanı özelleştirirken, bu haliyle özelleştirme pastası hem daralıyor hem de açılan davalar, süreci riske atarak, pastayı küçültüyor.
AKP'nin bu tehlikeyi bertaraf etmesi gerekiyor. Tehlikeyi aşsa bile, yeni kaynak aktarımları yaratmadan varlık sebebini devam ettirmesi mümkün olmayacak. Yani, göl kurudu ve denizlere açılmak gerekiyor.
Bu durumda AKP, yeni anayasa hükümleri ile her türlü özelleştirme, otobüs biletine zam, borca batırılan Ankara doğalgaz dağıtımını satma, Akkuyu'ya nükleer santral yapma, Kazdağlarına kömür santrali kurma, bir dereye 15 baraj dikme, özelleşen işyerlerinde işçilerine haklarını vermememe konularında, karşı dava risklerini azaltıp, yeni piyasanın önünü açabilecek.
Bütün bu yeni rantlar ve kaynak aktarımları, 10 yıllık yol haritasını dikkate alan basit bir hesapla, 300 milyar doları aşan bir pazarın garantilenmesi ve bu pastanın ensesinde hukuku daha az hissetme avantajını yaratacak.
Sivilleşme ve demokratikleşme cilası söylemden öteye geçmezken AKP, anayasa değişikliği ile orta sınıf partisi özelliklerini, yaratacağı yüzlerce milyar dolarlık rant ile gerçeğe dönüştürmenin aracını öneriyor. Üstelik, geçmesi için blok halinde referanduma soktuğu bu değişikliği gerçekleştirmeyi çok arzuluyor.
Bu arzu, 7 Ağustos'da AKP Grup Başkan Vekili Suat Kılıç'ın "Son günlerde yaşanan terör olaylarının arkasında hayır cephesinin parmağı vardır" diyerek, gerektiğinde 2001'de Bush'un yaptığı gibi insanları nasıl "terörist" ilan edebileceğini gösterdi.
İşte bu noktada, 12 Eylül anayasa referandumunda, insanların, özgürlük ve demokrasi cilasına rağmen derelerini, iklimini, işini, toplumsal çıkarlarını mı koruyacağını, yoksa 300 milyar dolardan fazla kaynak aktarmaya mı izin vereceğini göreceğiz.
* Tülin Yıldırım, TÜKODER Ankara Şube Yöneticisi