Bir toplumun ses telleri vardır. Teller belli bir frekansla birbirine dokunduğunda titreşim yani ses doğar. Ses, birden çok varlığın birbirine dokunmasında belirir. Ama her zaman çıkmaz sesimiz, konuşmaz, konuşamayız.
Dilimizin tutulduğu anlar olur. Bazen nefesi tutulur bir halkın. Kesilir, çıkmaz sesi çünkü kesilmiş, rehin alınmıştır dili. Göz göze gelmekten sakınılan sokaklarda, yüksek sesle düşünmek bile tehdit sayılır. Konuşma, yerini fısıltıya bırakır. Bu da seslerin yan yana gelmesiyle varolan senfonin yani hayatın susmasıdır.
Senfoni seslere ihtiyaç duyar, seslerin birbirine katışarak kompozisyon oluşturmasına. Fısıltı, konuşmanın yerini aldığında, paslanır ses telleri, birbirine vursa bile artık ses çıkarma yetisini kaybetmiştir. Sorgulamanın yerini tahammül, konuşmanın yerini fısıltı aldığında eleştiri de uzaklaşır bilinçlerden ve cellatlaşır toplumun üyeleri.
Ses çıkarmak
Konuşanı düşman beller, aklı başında değildir diye de dışlar tıpkı Platon’un mağarasından dışarı çıkıp güneşi görüp geri dönenin mağaradaki gölgeleri gerçek sananlar gibi.
Oysa konuştuğumuz ölçüde nefes alırız. Konuşmak nefesimizdir. Konuşarak kendimizi ortaya koyar, sözle var oluruz. Sözle anlam yaratır, o anlamla yaşarız hayatımızı. Ama sıklıkla susarız. Sınırlı kelimelere hapsederiz kendimizi.
Dişe dokunur şeyleri sansürleyerek konuşur, konuştuğumuzu sanarak susarız. Susmak, norma dönüşür, bilince rengini verir. Peki neden susarız? Neden düşüncelerimizi geri çekeriz, dile gelmeye bu denli ihtiyaç duyarken? Neden ses çıkarmak bu kadar tehlikeli görülür?
"Hayat bayram olsa" sözü, murad ettiğimiz Hayatın bayram olduğunun ikrarıdır. Peki nedir bayramı özel ve arzulanır kılan? Bayram, küslüklerin bittiği, çatışmanın yerini paylaşmanın, kötücül düşüncelerin yerini hayatı estetize eden ritüellerin aldığı ortak düşümüzdür. Ortak düşümüz olan bayramın kaynağı, sakınmasızca sesimizi çıkararak duygularımızı, düşüncelerimizi yaşayabilmektir.
Ne pahasına?
Bu denli hayati olan ses çıkarmadan bir diğer deyişle eleştiriden ürkeriz. Oysa eleştiri, bir başka bayramdır: Görmelerin, söylemelerin, paylaşımların, eylemelerin ortaklaşarak kesişmesi ve kamusallaşmasıdır. Bu anlamıyla birlikte yaşayanları güven halesi içinde eşitleyen gerçek bir barış halinin olanağını yaratır. Bu olanak, anlama çabasına, bağlamı görmeye, özneleşme sorumluluğuna içkindir.
Tarihte eleştiri, yalnızca düşünsel bir faaliyet değil, aynı zamanda tehlikeli bir varoluş biçimi olmuştur. Sokrates’in idama mahkum edilmesinden Spinoza’nın cemaatinden dışlanmasına, Galileo’nun hapsedilmesinden Giordano Bruno’nun diri diri yakılmasına uzanan bu tarih, eleştirinin bedelinin ne denli ağır olabileceğini gösterir. Çünkü eleştiri, yalnızca bir fikir beyanı değildir; var olanın meşruiyetini sorgular.
Bu yönüyle, yerleşik zulüm biçimlerine, kurumsallaşmış sömürüye, görünür kılınmamış istismara ve doğallaştırılmış ayrımcılığa doğrudan bir tehdit oluşturur. Bu yüzden otoriter rejimler, bir şiirden, bir sözden, bir resimden, bir şarkıdan; hatta yalnızca el ele tutuşup sevgiye hayat verenlerden bile ürker. Çünkü eleştiri, yalnızca düzeni sorgulamaz; aynı zamanda bir başka yaşamın olanaklı olduğunu imler.
Michel Foucault'nun "parrhesia" (hakikati söylemek) kavramı burada yol gösterici olabilir: Simetrik olmayan bir bağlamda öznenin Hakikati korkusuzca dile getirme cesareti. Ancak bu cesaret, “yasal şiddetçi” iktidarın kartları elinde tuttuğu bir denklemde, genellikle ağır bedeller gerektirir. Hakikati dile getirmek, yalnızca içerik değil, bağlam açısından da politiktir: Konuşan kim? Kime? Nerede? Ne pahasına?
Orwell'in 1984’ü gibi distopik metinlerde de görüldüğü üzere, düşüncenin bastırılması dış güçle değil, içsel otosansüre dayanır. Okyanusya'da YeniSöylem'le düşünme alanı daraltılır, düşünce dile gelemez olur. Bugünün suskun toplumları da bir tür gerçeklik silinmesi yaşamaktadır.
Ama tam da bu nedenle, eleştiriyi bir söylem biçimi olmaktan çıkarıp bir etik çağrı olarak düşünebiliriz. Eleştiri, salt bir karşı çıkış değil, aynı zamanda bir bilme yoludur. Gördüğünü bilgiye tercüme etmek, sezgiyi gerekçeye, yorumu düşünceye dönüştürmek. Bu anlamda eleştiri, hem edebi bir tür hem felsefi bir bilme, anlama yoludur.
Aynı zamanda ilişkiseldir. Bir şeyi birlikte daha iyi kılmak için sorumluluk almaya çağırır. Levinas'ın "öteki karşısında duyulan etik sorumluluk" olarak tanımladığı şeyle ilişkilendirilebilir. Çünkü eleştiri, hakaret değil; bir davettir.
Diyalog alanına, ortak bağlama, birbirini kişileştirerek nesne olmaktan özneye -birlikte- dönüşme çağrısıdır.
Eleştirinin başlangıcı bir kıvılcım olan sorudur. Soru, “aranan şey”dir. Sahi neyi arıyoruz? Açığa çıkarmayı murad ettiğimiz şey nedir? Aradığımız şey, her ne ise onun kapısını aralayacak kilit soru şu olabilir: Neden?
Bu soru, sorgulamanın değil, sorumluluğun kapısını aralar. Çember adını verdiğimiz P4C (Çocuklar İçin Felsefe) atölyelerinde de merkeze alınan bu soru, konuşanı hesap vermeye, soranı ise anlama çabası göstererek sorumluluk üstlenmeye çağırır. "Neden?" sorusu, bireyi sorumlulaştırıp kişileştirerek etik bir özneye dönüştürür.
Ama yalnızca bireyi değil, topluluğu da kişileştirir. Neden? sorusu çemberdeki ya da topluluktaki her bireyi özneleştirirken, aynı zamanda ortak bir anlam arayışına çağırır. Topluluk ruhu burada canlanır: Eleştirinin kişisel olmaktan çıkıp kolektif bir arayışa dönüşmesinde.
Ortaklaşa düşünmek, farklılıkları bastırmak değil; onları duyulur kılmak, onları yan yana getirebilmekle olur. Bu bağ, dayanışmanın düşünsel temelidir. Sessizliğin yerine birbirini duyan sesleri koyabilmenin yolu, eleştiriyle açılır. O bayram imgemizi yaratan rengarenk seslilik böylece hayat bulur.
Eleştiri sevilmez
Eleştiri yalnızca özgürleştirici değil, aynı zamanda sorumluluk yükleyen bir eylemdir. Eleştiri, yalnızca yanlışı göstermekle kalmaz; doğrusunu düşünmeye, paylaşmaya da çağrıdır. Özgürlük, buradan doğar: Konuşabildiğimiz, düşünebildiğimiz, birlikte üretebildiğimiz yerde. Ancak günümüzde eleştiri çoğu zaman düşmanca algılanır.
Otoriter iklimlerde söz, kişiyle özdeşleştirilir. "Fikrine karşıyım" demek, "sana karşıyım"’a dönüşüyor. Tartışma alanı kapanır. Ad hominem (kişiliğe saldırı) dediğimiz bu düşünme hatası, argüman yerine o fikri dile getirene yönelmeye dönüşür. Bunun bir başka yüzü ise "otoriteye başvuru" yanılgısıdır: "Şu dedi, o halde doğrudur."
Bu iklimde otosansür çıkar ve bilinçlere çöreklenir: Otokontrol. Özsaygının aşınması. Yapılanın sorumluluğunu taşımayan suskunluk. Arendt'in "kötülüğün sıradanlığı" tanımı tam da burada anlam kazanır: Eleştirmeyen, bir diğer deyişle ses çıkarmayan, nesneleşerek -cellatlaşarak diye de okuyabiliriz- sürecin taşıyıcısı olur.
Peki eleştirinin sorumluluğu kime düşer? Yalnızca aktivistlere, akademisyenlere, gazetecilere, sanatçılara, sivil topluma mı? Kime ya da kimlere? Belli kişileri ya da grupları adreslemek, hayatın doğasına aykırıdır. Kuşatıcı bir yanıt ile şu şekilde yanıt verilebilir: Hayır! Tanık olan herkese. Çünkü tanıklık, sorumluluğa çağrıdır. Ortak yaşamın kolektif sorumluluğudur eleştiri. Sofrada, sokakta, okulda, evde...
Ama eleştiri sevilmez. Çünkü yerleşik düzenin dili, halkın bilincinin gramerine dönüşmüştür. Sevilmez o nedenle.
Onu yıkıcı, bölücü, huzur bozucu sayar iktidarlar. Doğrudur, onlar için doğası gereği yıkıcıdır ama birlikte yaşamı özgürleştirir. Çünkü açıklık yaratır. Derrida'nın yapısöküm kavramı gibi: Yıkım değil, görünmeyeni açığa çıkarır, hakikat belirir.
Eleştirinin yalnızca etik bir sorumluluk değil, aynı zamanda kamusal bir görev olduğunu anlamak için Jürgen Habermas’ın “kamusal alan” kuramı güçlü bir epistemolojik çerçeve sunar. Habermas’a göre kamusal alan, bireylerin özel çıkarlarını aşarak, ortak akıl ile kamusal meseleleri tartışabildikleri özgür ve erişilebilir bir alanı ifade eder.
Bu alanın işleyebilmesi, ancak eleştirel aklın özgürce dile gelip yayılabilmesi ile olanaklıdır. Richard Sennett ise Kamusal İnsanın Çöküşü adlı eserinde, modern toplumlarda bu alanın daraldığını ve bireyin kamusal görünürlüğünün silikleştiğini vurgular.
Kamusal alanın içe kapanmasıyla birlikte, ifade özgürlüğü de özel alanın sınırlarına hapsedilir. Konuşma cesareti kamusal nitelik taşımadığında, düşünce de yankısız kalır, sese dönüşmez. Oysa özgürlük, yalnızca içsel bir hak değil; sokakta, meydanda, birbirimizle göz göze gelerek kurulabilecek toplumsallıkta hayat bulur.
Hayat, eleştiriyi fısıltılardan çıkarıp birlikte konuşabildiğimiz, sokağı senfoniye dönüştürebildiğimiz ölçüde bayramlaşır. Belki de tam da bu yüzden, eleştirinin yeniden hayat bulması demek, kamusal alanın yeniden renklenmesi, birlikte yaşamanın sesinin sokağa can vermesidir.
Eleştiri, hakikati yarattığı gibi ondan da beslenir. Birlikte yaşamın bağışıklık sistemidir. Toplumun, kurumların, ilişkilerin... Sustukça bu sistem zayıflar.
Olası sorunlara karşı kırılganlığımız artar. Bir erdem olan cesaret, kırılganlığı bertaraf ederek hayatı güçlendirir. Hakikati söyleme cesareti göstermek, tanıklığını sesini çıkararak söyleyebilen bir kişinin bağlamın açığa çıkardığı sorumluluk çağrısını duymasıdır.
Sessizliğin bilinçlere sirayet etmesi itaat ile gerçekleşirken cesaret, yalnızca görenin bildiğini paylaşması ile değil birlikte görebilme olanağına açılan bir diyalog çağrısının kolektif bilincidir; bu bilinç, yaşamın/yaşamanın bilincidir.
Cesarete içkin olan eleştiri çağrısı, belki de en insani, en toplumsal olandır. Eleştiri, hayatı yaşanabilir kılan temel taşıyıcı ayaklardan biridir. Çünkü konuşulabilen yer, yurda dönüşür. O nedenle eleştiri, bayram gibidir.
Açıklık, hakikat, özgürlük ve sorumlulukla bezenmiş bir bayram. İçtenlikle konuşabilmenin, kendimizle ve birbirimizle teması dansa tercüme edebilmenin bayramı.
(MVB/EMK)