- Yarın ne olacağımız belli mi ki?
- Ama ne olmayacağımız kesin!
- Nereden geldiğimiz belli olmadığı için hem her yerde olacağız, hem de hiçbir yerde…
- Herkes gibi olmayacağımız kesin…
- Sistemin bir parçası haline dönüşmeyeceğimiz aşikâr…
- Kötülük yapanlardan da olmayacağız…
- Ölü de olmayacağız, katiyen!
- Açgözlü ve şımarık da olmayacağız…
- Hatalarımızdan ders aldık, karşımıza çıkan zorlukları aştık…
- Önemli birileri de olmayacağız çünkü hiç kimseyiz…
- Birilerinin kocası da olmayacağız…
- Vatandaş da olmayacağız…
- Sisteme yarayan ünlülerden de olmayacağız, politikacı da!
- Bu dünyaya ait ne varsa onu olmayacağız…
- Ne olacağız o zaman?
- Özgür olacağız!
İkiz kardeşler Sifredy ve Roman kendilerini en rahat hissettikleri ortam olan ormandaki bir banka oturmuş, birbirleriyle tatlı tatlı sohbet etmektedir. Tüttürdükleri cigaranın bunda katkısı var mıdır bilinmez ama arkadaşlarının da dâhil olduğu meclislerde kafalarına göre felsefe yapmayı sevdiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Onlar toplumun kenarına itilmiş, hayatta kalabilmek için genç yaşta suça bulaşmış, ıslahevine, hapishaneye düşmüş, erken büyümek zorunda kalmış çocuklardır.
Yönetmen Vincent Pouplard kahramanlarını yargılamadan görüntülerken toplumun kendinden saymayıp görmemeyi tercih ettiği bir kesime zarafetle ışık tutuyor. Prömiyerini Fransa’nın saygın etkinliği Cinéma du Réel’de yapmış olan Ne Kurt Ne Kuzu (Pas Comme Des Loups/Boys In Wolves’ Clothing) başlıklı yapım César ödüllerine de aday olmuştu. Çeşitli festivallere katılıp muhtelif ödüllerle taçlandırılan 59 dakikalık belgesel ümitsiz gibi görünen bir evrenden seslenmesine rağmen seyircinin salondan dudaklarında bir tebessümle çıkmasını sağlıyor.
Ne kurt ne de kuzu
Kahramanlarımızın ilk sohbetinde, her şeyin annelerinin işini kaybetmesiyle başladığını öğreniyoruz. Bir okuldan diğerine sürüklenmeleri, ıslahevine alınmaları, akabinde evden kaçmaları, annelerinin kapı kilidini değiştirmesiyle yer altındaki bir garajda kalmaya başlamaları sanki çok geride kalmış maceralar gibi anlatılıyor.
Daha sonra bir teknede kaldıklarını aktarıyorlar. Suyun üstünde yaşamak çok hoşlarına gitmiş: “En güzel anılarım o günlere ait; hatırlıyor musun, şişeye işiyorduk!”
Terkedilmiş bir kebapçıdan başlayarak işgal mekânlarını mesken edinmeleri, marketlerden hırsızlığa başlamaları, ardından polis tarafından yakalanmaları, isyanla örülmüş beş senenin sadece başlangıcı.
Bu arada, nispeten kalabalık bir arkadaş toplantısında bazılarının özendiği meşhur suçlu Jacques Mesrine’in adı geçerken vaziyeti özetleyen bir şarkı kulaklarımızı okşuyor:
“Asileriz biz…
Sokaklarda serbestçe dolaşırız…
Asker değiliz…
Burada lidere ihtiyaç olmaz…
Hepimiz aynı geminin yolcularıyız…
Afrikalılar gibi müziğin ritminde yaşarız…
Sistemi reddederiz…
Kodes bizi bekler!”
Tentene benzerlik
Yüz hatları, bedenleri ve tavırları çizgi karakter Tenten’i hatırlatan şirin ikizleri takip ederken, zaman ve mekân dağınıklığı açısından onlarla birlikte bir rüyadaymışçasına savrulduğumuzu söyleyebilirim. Ama bariz olan bir şey varsa, o da hayatı betimleyen sloganlardan kahramanlarımızın çok hoşlandığı.
“Yaşamını hayal et ve hayallerini yaşa!” veya “Bir şeyin gerçekleşmesini istiyorsan ona inanman şart!” gibi beylik sözler bir yana, en yakın arkadaşlarından birine “Anı yaşayamıyorsan değerini bilmiyorsun!” eleştirisini de getirebiliyorlar.
İkiz kardeşleri bazen boks antrenmanı yaparken, güreşirken, birbirlerinin saçını kesip tıraş makinesiyle şekil verirken izlediğimiz gibi, esrar ve bilumum maddeler kullanırken, bir ara ikamet ettikleri apartman katının penceresinden aşağıdaki avluya, belki tutar diye kenevir tohumları atarken de görüyoruz. Saflığını bir şekilde korumuş kahramanlarımıza Nantes kentine bitişik ormanda, kimse tarafından rahatsız edilmemek ve sadece kendilerine ait bir yere sahip olabilmek için dallardan kulübe inşa ederken, hatta yüksekçe bir ağaca tüneyip muhabbet ederken de rastlayabiliyoruz.
Genç yönetmen Pouplard seyirciye sosyolojik bir tecrübe yaşatırken filmin başından itibaren homoerotik bir maceraya da göz kırpıyor. Porno dünyasının haylaz prodüktörlerinden Eric’in bir videosunu izlercesine, lastik ayakkabı giymiş eşofmanlı karakterler ormandaki patikadan geçip karanlık bir bodrum katına inmektedirler. Bilhassa gey dünyasına hizmet eden jigoloların tercih ettiği bu kıyafet o kesimin alametifarikası sayılmaz mı?
Tişörtlerini çıkarırlar ve loş ışıkta boks için ısınma hareketleri başlar…
Belgesel boyunca sık sık üstü çıplak gördüğümüz ikizlerin ne kadar iyi anlaştıklarına ve birbirlerine şefkatle yaklaştıklarına da şahit oluyoruz.
Bir tesadüf eseri midir bilinmez ama film boyunca hiç kadın görmediğimiz gibi maçolara has kadın odaklı lakırdılar da ağızlarından hiç çıkmaz. Hatta bu minvalde fiyaka yapan bir arkadaşları kıyasıya eleştirilir.
İkizlerimiz ve ahbapları, düzene tehdit oluşturduklarına inanıldığı için toplum tarafından mümkün olduğunca uzağa püskürtülmüştür. Öfkeli olmamaları mümkün değildir ama yine de iyimserdirler ve şiddetten özenle kaçınırlar.
Gelecekte onları nelerin beklediği belirsizdir ama yine de keyifleri yerindedir.
Donanımsızlıkları barizdir, ayrıca yıpranmış olmadıklarını kimse iddia edemez; yine de felsefeye kafa yormaktan geri durmazlar, hayata da mizahla bakmayı tercih ederler…
Marianne Oswald’ın seslendirdiği Prévert/Kosma imzalı manidar La chasse à l’enfant (Çocuk avı) ile sona eren film 2015 yılı yapımıydı; acaba bugün Roman ve Sifredy ne âlemdedir, keyiflerini kaçıran olmuş mudur, özgürlükleri baki midir? (RL/EMK)