Slovenyalı komünist bir devrimcinin akıbeti Stalinizmin çarpıklıkları için mükemmel bir metafordur.
1943'te İtalya yenilgiyi kabul ettiğinde, Adriyatik adasındaki Rab toplama kampındaki Yugoslav tutukluların isyanına önderlik etmiş, açlıktan ölmekte olan 2000 mahkûm ile birlikte, 2200 İtalyan askerini etkisiz hale getirmişti.
Savaştan sonra tutuklanarak, Rab yakınlarındaki, kötü ünüyle bilinen komünist toplama kampı Goli Otok'a (Çıplak Ada) kapatılmıştı. Oradayken diğer mahkûmlarla beraber Rab'daki isyanın (1943) onuncu yıldönümü için bir anıt inşa etmekle görevlendirildi.
Komünistlerin mahkûmu olarak, kendisi ve önderlik ettiği isyan adına bir anıt inşa ediyordu. Eğer ilahi adaletsizlik diye bir şey varsa, o da budur. Bu devrimcinin kaderi şüphesiz, Stalinist diktatörlük altında yaşayan halkın bir bütün olarak kaderiydi: Eski rejimi devirmiş olan milyonlar, ardından, kendi devrimci geçmişleri için anıtlar dikmeye zorlanmıştı.
Timothy Garton Ash, bu trajikomik yanlışlığı takdir edecektir, çünkü onun en iyi eserine nüfuz etmiş olan etikle yüklü ironinin ruhuna oldukça yakındır. Siyasi görüşlerimiz karşıt olsa da, keskin gözlemlerinin zenginliğinden ötürü ve Doğu Avrupalı komünizmin parçalanmasının sonuçlarına ilişkin güvenilir bir kaynak olduğundan onu her zaman okumaya değer bulurum.
Garton Ash, Free World (Özgür Dünya) kitabında önemli Batı Avrupa devletleri ile ABD arasında yakın geçmişte yaşanan gerilimin muammalarına açıklıkla ve acı bir nükteyle yaklaşır.
Onun Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya arasındaki ilişkiler konusuna bakışı, sık sık bir adabımuaşeret romanının incelikli ironisini hatırlatır ve eski "Avrupalı üçlü" konusuna yeni bir boyut kazandırır.
Bunuel'in Özgürlük Hayaleti'ndeki ünlü bir sahnede, yemek yeme ile dışkılamanın konumları tersine çevrilir: İnsanlar tuvalette bir masa etrafında oturmuş güzel güzel sohbet ederler ve bir şeyler yemek istediklerinde çaktırmadan küçük bir odaya giriverirler.
Bu noktada Levi-Strauss'un düşüncesine bir ek olarak, dışkının da bir matiere-â-penser (düşündürücü boyut) işlevi olabileceği ileri sürülebilir: Üç temel tuvalet tipi Levi-Strauss'çu yemek üçgenine (çiğ, pişmiş ve çürümüş) dışkılı bir kontr-puan oluşturur.
Geleneksel Alman tuvaletinde, sifonu çektiğimiz zaman dışkının yok olduğu kubur tam ön taraftadır, dolayısıyla dışkı, koklamamız ve bir hastalık belirtisi taşıyıp taşımadığını incelememiz için önümüze gelir.
Buna karşılık tipik Fransız tuvaletinde kubur arkadadır, dışkının hızla gözden kaybolması arzu edilir. Son olarak, Amerikan (Anglosakson) tuvaleti ise bir sentezle bu iki karşıtın arasını bulmuştur: Kubur su ile doludur, dışkı görünmekte ve suyun içinde yüzmektedir ama incelenemez.
Erica Jong'un unutulmaya yüz tutmuş Uçuş Korkusu kitabının başlangıcındaki, Avrupa tuvaletleri üzerine ünlü tartışmasında yer alan "Alman tuvaletleri Üçüncü Reich'ın korkunçluklarının izini taşır. Böylesi tuvaletler inşa eden insanlar her şeyi yapabilirler," şeklindeki alaycı iddiasına şaşmamak gerekir.
Bu farklı tarzlardan hiçbirinin tamamen faydacı anlamlar içinde açıklanamayacağı ortadadır: Her biri öznenin dışkıyla nasıl ilişki kurması gerektiğine ilişkin belli bir ideolojik algı içerir.
Hegel, Almanya, Fransa ve İngiltere coğrafik üçgeninde, üç farklı varoluşçu tutumun bir ifadesini ilk fark edenler arasındadır: Düşünsel kusursuzluk (Alman), devrimci telaş (Fransız), faydacı pragmatizm (İngiliz).
Bu üçleme, politik açıdan Alman muhafazakârlığı, Fransız devrimci radikalliği ve İngiliz liberalizmi olarak yorumlanabilir. Bu, sosyal yaşamın bir alanının baskın çıkması bağlamında Alman metafiziği ve şiirinin Fransız siyasetini ve İngiliz iktisadını karşısına almasıdır.
Tuvaletler hususundaki önemli nokta, onların bu üçlüyü en mahrem yerde gözlerimizin önüne sermekle kalmayıp, dışkısal fazlalığa karşı üç farklı tavrın altında yatan mekanizmayı tespit etmemizi de sağlamasıdır: Belirsiz tefekkürlü bir hayranlık; dışkıdan mümkün olduğunca çabuk kurtulma arzusu; dışkıyı sıradan bir şey olarak görüp onu münasip bir şekilde elden çıkarmak yönünde pragmatik bir karar.
Bir akademisyen için, yuvarlak masa toplantısında bir ideoloji sonrası evreninde yaşadığımızı iddia etme çok kolaydır, ama bu ateşli tartışmanın ardından tuvaleti ziyaret ettiği andan itibaren tekrar diz boyu ideolojinin içindedir.
Garton Ash'in gözlemleri, bu üçlünün üç teriminde yakın geçmişte meydana gelen tuhaf yer değiştirmeye işaret ediyor: Fransızlar kültürle haşir neşir (kendi kültürlerini kaba saba Amerikalılaşmaya karşı nasıl koruyacaklar), İngilizler politik ikilemlere odaklandı (siyasi olarak birleşmiş Avrupa'ya katılmaları gerekir mi?)
Peki ya Almanlar? Almanlar ekonomilerinin durgunluğundan endişe duymakta, ekonomik reformları sonsuza değin erteleyerek, adeta kendilerinin bir özdeyişine tekabül eden tavırda ısrar etmekteler: Morgen, morgen, nur nicht heute, sagen aile faulen Leute ("yarın, yarın, hemen bugün değil, bütün tembel insanların söylediği.")
Ya daha da fazla bir değişim varsa? O zaman üç ülkenin farklı yerlere odaklandıklarını görebilir miyiz: Birleşik Krallık kültüre (kültürel hoşgörü ve gösteriş yokluğu, Fransız elitizmine ve aşırı Alman ciddiliğine karşı bir panzehir olabilir); Fransa ekonomiye (her türlü negatif beklentiye karşın son onyıllarda oldukça iyi gitti); ve -hayrettir- Almanya da politikaya (Federal Cumhuriyet'in politik yaşamı, akılcı yaklaşımın körü körüne bağlanmaya karşı bir zafer değil midir?)
Buraya kadar çok iyi. Fakat kitabın ikinci yarısında Garton Ash, Soğuk Savaş sonrasında özgürlüğe yönelen tehditlerle ilgili genel bir tanıya varır, dogmatik ve olayları basite indirgeyen bir ton kullanarak ıslah olmaz naif çözümler önerir. "Batılı tarz tüketicilik, global düzeyde sürdürülemez," gibi genelgeçer gazeteci iddialarıyla dolu olan son sayfalar kitabın başlarındaki "İanus Britanya"ya ilişkin zeki yorumlara tümüyle aykırı düşer.
Doğrudur, Garton Ash gibi politik görüşleri olan biri için ender sayılabilecek açık sözlü beyanlar var (örneğin gelişmiş ülkelerin haksız ticari uygula-
maları konusundaki açık bir saldırı), fakat yazar, önerilerini global durumun ayrıntılı bir tahliliyle temellendirmeyi başaramıyor, îlk olarak, gelecek onyıllarda demokrasiye ve özgürlüğe bir tehdit oluşturan (ya da oluşturacak) dört "yeni Kızıl Ordu" (aynen bu deyimi kullanıyor), şer güçler -ya da tarihsel süreçler- saptıyor: Ortadoğu'daki durum (İsrail-Filistin çatışması ile İslamcılığın yükselişi), Uzakdoğu'daki durum (Çin'de demokrasinin nasıl gelişeceği), Kuzey ile Güney arasındaki uçurum ve global ekolojik çıkmaz.
Garton Ash'in tahlil edilmeden sadece sıralanmış olan bu dört endişe kaynağına ilişkin önerdiği çözümler (ya da, iddialı görünmekten uzak bir insan olduğu için, çözüme götüren kılavuz çizgileri diyelim) sonuç olarak adeta bir dilekler listesi gibidir: Gelişmiş ülkelerin azgelişmiş ülkelere empoze etmek istediği adil rekabet kurallarına kendilerinin de uyması gerekir; gelişmiş ülkeler ekolojik faciayı bertaraf etmek için daha yoğun çaba sarf etmelidir; Ortadoğu krizinin ABD ve Avrupa'nın ortak çabasıyla çözülmesi gerekir vs. Peki ya onun ahlaken yavanlığa meylettiği söylenecek olursa?
"Eğer her sabah yüzümüze bakabilmek istiyorsak, zengin ülkelerde yaşayan ve ortalamanın üstünde kazancı olan herkes yıllık gelirinin yüzde birini gelişmekte olan devletlerdeki sicili iyi olan yardım demeklerine vermeyi amaçlamalıdır. Buna gücümüz yetebilir."
Garton Ash'in vardığı sonuç, kitabın altbaşlığında [Niçin Batının Bir Bunalımı Zamanımızın Fırsatını Açığa Çıkarıyor] belirtilen vaade, Soğuk Savaş sonrası dünyanın yeni sorunlar üretmesine rağmen, aynı zamanda bu sorunlarla yüzleşmek için nasıl eşsiz bir şans doğurduğunu gösterme vaadine yakışmıyor. Bu eksikliklere ilişkin görüşüm iflah olmazcasına " demode"dir, çünkü hafifçe Marksizme bulaşmıştır:
Garton Ash'in sıraladığı dört problem açıkça günümüz global kapitalizminin genel dinamikleri içinde temellenmiştir. Kapitalizmle olan bu bağ, ekolojik problemler ve Kuzey ile Güney arasındaki fakirlik uçurumu örneklerinde apaçık görülür.
İslamcılığın yükselişi de Müslüman uygarlığının kapitalizmin toplumsal dinamiklerini benimsemeyi reddetmesiyle şartlandırılmış değil midir? Çin'deki tuhaf değişim ise onun kapitalist ekonomiyi tamamıyla uygulayan komünist bir devlet olmasıyla ilgili değil midir?
Dolayısıyla soru Garton Ash'in arzu ettiğinden daha da genel bir düzeyde ortaya sürülmeli: Global kapitalizme karşı duruşumuz nedir? Onun "yeni Kızıl Ordular"ı kapitalist mekanizmanın kalbindeki yapısal bozukluğun semptomları mı, yoksa önlenemezlerse bile kontrol altında tutulabilen kazalar mıdır?
Garton Ash'e, "durumun diyalektik bütünselliğini hesaba katmıyor" şeklinde ham Marksist bir tersleyişle karşılık vermeyelim. İnsan ıstırabının tekilliği öyle bir düzeye erişebilir ki o noktada bütünselliğe kolayca atıfta bulunmak kinizme dönüşür.
Irak savaşını destekleyen tek delil Christopher Hitchens tarafından tekrar tekrar ortaya konuldu: Iraklıların çoğunluğu Saddam'ın kurbanlarıydı ve ondan kurtulmaktan memnun olmuşlardı. Bu çoğunluğa göre, Batılı liberallerce dile getirilen uyarı köküne kadar ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.
Tipik bir orta sınıf Batılı solcunun sadece politik düş kırıklığından değil, yoksulluk ve açlıktan da ötürü Küba'yı terk etmeye karar veren bir Kübalıyı aşağılamaya hiçbir hakkı yoktur. 1990'ların başlarında Yugoslavya'nın hâlâ mevcudiyetini gururla ilan eden ve bu mevcudiyeti uzatma fırsatına ihanet ettiğim için beni eleştiren düzinelerce Batılı solcuyu hatırlarım - onlara, yaşamımı Batılı solcuların rüyalarını kırmamaya çalışarak sürdürmeye henüz hazır olmadığım cevabını vermiştim.
Maaşlı bir Batılı akademisyen solcunun, liberal demokrasi ve tüketim mallarını arzulayan komünist bir ülkedeki Doğu Avrupalıyı küçük görmesinden, daha çok aşağılanmaya değecek', daha ideolojik (eğer bu kelimenin bugün herhangi bir anlamı varsa o da burada kullanılandır) olan çok az şey vardır.
Naif bir soru ileri sürülebilir: ABD neden dünyanın polisi olmasın? Soğuk Savaş sonrası durum, boşluğu doldurmak için global bîr güç gerektirdi. Fakat sorun ABD'nin yeni bir dünya imparatorluğu olmasında değil, Öyle olmamasında ve öyley-miş gibi görünmesindedir.
Aslında, ABD hâlâ bir ulus devlet olarak davranmaya devam etmekte, acımasızca kendi çıkarları peşinde koşmaktadır. Son zamanlardaki ABD politikasının düsturu bilmen bir ekolojist sloganın ters çevrilmiş halidir: Yerel düşün, global davran.
ABD'nin geçen yıl Sırbistan'a uyguladığı ikiz baskı, bu çelişkiyi fazlasıyla açıklar: ABD Belgrad hükümetinin savaş suçu istemekle itham edilenleri Lahey'deki mahkemeye teslim etmesini talep ederken (global imparatorluk mantığı, devletler üstü bîr global adalet kurumu talep etmekte) aynı zamanda onu savaş suçları ve diğer insanlığa karşı suçları işlemekten şüpheli herhangi ABD vatandaşını Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne teslim etmemekle yükümlü kılan ikili anlaşmayı imzalamaya zorlamıştı. Sırp tepkisinin şaşkın bir öfke olmasını garipsememeli. Lahey'deki mahkemeye ilişkin olarak Garton Ash Süddeutsche Zeitung'da. şöyle yazdı:
Bundan böyle, ne Führer ya da Duce'nîn, ne Pinochet ne idi Amin'nin ne de Pol Pot'un hükümdarlıklarının saray kapıları ardında halkın adaletine karşı kendilerini güvencede hissetmesine İzin verilmeli.
Listede eksik kalan isimlere dikkat ettiniz mi?
Garton Ash aynı istisna mantığının ekonomik ilişkilerde de geçerli olduğunun oldukça farkındadır. Geçen sene Cancun'da ABD kendi pamuk üreticileri için sübvansiyonların sürmesinde ısrar ederken, Üçüncü Dünya ülkelerine devlet sübvansiyonları bırakıp pazara açık olmaları yolundaki kendi tavsiyesini çiğnemiştir. Aynı şey işkence için de geçerli.
Günümüz kapitalizminin örnek ekonomik stratejisi taşeronluktur; mal üretiminin -reklam, dizayn ve muhasebenin de- "pis" sürecinin başka şirketlere yaptırılmasıdır. Bu şekilde çevre ve sağlık yasalarından sıyrılmak kolay hale gelmektedir: Üretim, örneğin yasaların Batıdan çok daha gevşek olduğu Endonezya'da yapılmakta, böylece, logoya sahip olan Batılı şirket bu alt-müteahhidin herhangi bir İhlalinden kendisinin sorumlu olmadığını İddia edebilmektedir.
Bugünlerde işkence, yasal sorumluluk ya da halk protestolarından endişe etmeden işkence uygulayabilen, ABD'nin, Üçüncü Dünya müttefiklerine taşeronlar. Garton Ash'in tahlili, kınadığı şeylerin (çevreye acımasızca aldırışsızlık, süper güçlerin uyguladığı riyakâr çifte standartlar vs) demokrasi ihracatçıları ile evrensel insan hakları bekçilerinin sürdürdüğü sosyal dinamiklerin ürünü olduğunu görmesini engellemektedir.
Demek ki apolitikleştirilmiş insan hakları ve insani müdahale sorunu vardır. 1990'ların başlarında Sarajevo üç yılı aşkın bir süre boyunca kuşatma altındayken BM güçleri, NATO ya da ABD insanların ve gıda maddelerinin şehre ulaşabileceği bir koridor oluşturma (seçeneklerin en mütevazısı) girişiminde bulunmadı. Bu girişimin maliyeti çok düşük olurdu ve Sırp güçlerine yapılacak biraz olsun ciddi bir baskı, manasız düzeylerde teröre maruz kalan, kuşatılmış Sarajevo'nun bu manzarasına son verebilirdi. Peki niçin hiçbir şey yapılmadı?
Bunun tek bir cevabı var, Sarajevo'ya yardım çabalarını koordine eden Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü'nün eski başkanı Rony Brauman'ın ortaya koyduğu cevap... Sarajevo bunalımını imanı olarak sunmak, askeri-siyasi çatışmayı insani terimlerle yeniden biçimlendirmek, Brauman'a göre alabildiğine politik bir seçim sayesinde sürdürülmüştür - yani Sırp-1 ardan yana olmakla.
Daha genel olarak, nasıl oluyor da İnsan hakları çoğu zaman sadece siyasal cemaatten dışlanıp salt yaşama indirgenmişlerin "hakları" oluyor? Jacques Ranciere'in South Atlantic Quarterly'de yayımlanan yazısında belirttiği gibi, böylesi haklar işe yaramaz hale gelmişse, hayırseverlerin eskimiş elbiselerini vermeleri gibi, fakire verirsin. Kendi yerlerinde işe yaramayacak gibi duran haklar, ilaç ve giysilerle birlikte, ülke dışında ilacı, giysisi ve hakları olmayan insanlara gönderiliyor.
Bu şekilde (...) İnsan Hakları, hakları olmayanların hakları, insanlık dışı baskılara ve insanlık dışı hayat şartlarına maruz kalan insanların hakları haline gelir. Bu haklar insani haklar, bu hakları yürürlüğe koyamayanların, haklardan mutlak surette yoksun bırakılmış kurbanların hakları haline gelîr.
Bütün bunlardan dolayı haklar boş değildir. Politik isimler ve politik yerler asla bomboş hale gelmezler. Boşluk, bîr başkası ya da bir başka şey tarafından doldurulur (...) eğer insanlık dışı baskının acısı çekenler son melce olan insan haklarını yürürlüğe koyamazlarsa, başkaları onların haklarını onların adına yürürlüğe koymak üzere devralır, îşte bu "insancıl müdahale hakkı" denen şeydir - bazı ulusların, güya mağdur edilen halkların hayrına ve çoğu zaman da insancıl örgütlerin tavsiyelerine dahi karşıt olarak sahip çıktıkları bir hak. "İnsancıl müdahale hakkı" bir çeşit "göndericiye iade" olarak tarif edilebilir: Hakları olmayanlara gönderilen işe yaramaz haklar göndericiye iade edilir.
Lacan'ın iletişim formülü (gönderici alıcıdan kendi mesajını ters çevrilmiş bîçîmiyle -yani doğru olarak- geri alır) konumuzla ilgili: İnsancıl müdahaleciliğin hükümran söylemi içinde, gelişmiş Batı kendi mesajım mağdur Üçüncü Dünya'dan doğru haliyle gayet güzel geri alır. "Evrensel birey" makamının adaylarını aramamız gereken yer de işte burasıdır - kaderi bugünün dünyasının adaletsizliklerini temsil edecek bir figür ya da grup: Guantanamo'daki bir tutuklu ya da Filistinliler. Garton Ash'in kitabının altbaşlığının taşıdığı anlamda, Filistin bugün bir potansiyel "fırsat" yeridir, çünkü Ortadoğu bunalımına ilişkin standart "pragmatik" çözümler tekrar tekrar yetersiz kalmış, dolayısıyla yeni bir ütopya mekânının keşfi tek "gerçekçi" seçim olmuştur.
Dahası, Filistinliler, nihai kurban olan Yahudilerin kurbanları olmak gibi paradoksal bir konumun en iyi adayı oluyorlar, bu da onları olabildiğince zor bir noktaya getiriyor: Direndiklerinde bu direniş antisemitizmin bir uzantısı olarak, Nihai Çözüm ile gizli bir dayanışma olarak kınanabilir.
Şüphesiz, -Lacancı Siyonistlerin iddia edebilecekleri gibi- eğer Yahudiler bütün uluslar arasında objet petit [küçük nesne] a ise, eğer Batı tarihinin dehşet verici aşırılıklarını temsil ediyorlarsa, onlara karşı hiçbir cezaya çarptırılmadan nasıl direnilebilir? Objet a'nnın objet a'sı [a nesnesinin a nesnesi] olmak mümkün mü? Gerçekten reddetmemiz gereken de işte bu etik şantajdır.
Fakat gözden kaçırılmış başka bir "fırsat" alanı daha vardır. Mexico City ile diğer Latin Amerika başkentlerinden Afrika, Hindistan, Çin, Filipinler ve Endonezya'ya kadar gecekondu mahallelerinin patlayarak büyümesi zamanımızın önemli jeopolitik olaylarındandır.
Lagos örneği, Mike Davis'e göre, "Abidjan'dan İbadan'a kadar yetmiş milyon insanın yaşadığı gece-kondu-kent koridorundaki en büyük yumru." Davis buna ilişkin olarak, BM raporundan alıntılar yapar: "Resmi olarak altı milyon, ama bilirkişilerin çoğu on milyon olarak tahmin etmekte."
Çok yakında dünya kent nüfusu kır nüfusunu geçeceğinden (belki de halihazırda öyledir) ve gecekondulular kent nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturacağından, burada hiçbir şekilde azınlık fenomeninden söz ettiğimiz söylenemez. Herhangi bir devletin kontrolünün dışında olan ve çoğunlukla yasanın dışında yaşayan, kendi kendini örgütlemenin asgari biçimlerine müthiş ihtiyaç duyan bir nüfusun hızla büyümesine tanıklık ediyoruz.
Bu nüfus marjinalleşmiş işçiler, eski devlet memurları ve çiftçiliği bırakmış köylülerden oluşmuş olsa bile, bunlar fazlalık artıdeğerlerden ibaret değildirler: Sayısız yollardan global ekonomiye katılmışlardır; çoğunluğu doğru düzgün sağlık ya da sosyal güvenlik sisteminden yoksun, informel ücretliler ya da serbest çalışan girişimcilerdir.
(Nüfuslarının artışındaki temel neden, Üçüncü Dünya ülkelerinin, yerel tarımı yerle bir eden Birinci Dünya ülkelerinden ucuz yiyecek ithal ederek global ekonomiye katılmalarıdır.) Gecekonduluları yeni devrimci sınıfa yükseltme ve idealize etmenin çekimine kapıl-mamaya çalışmak gerekir.
Fakat her şeye rağmen Marksizm'in kadim devrimci proletarya özne tanımına uymaları şaşırtıcıdır: " Özgür "dürler, kelimenin iki anlamıyla da, hatta klasik proletaryadan daha da fazla (bütün maddi bağlardan "bağımsız," özgür bir mekânda, devlet normlarının dışında yaşarlar); bir birliktelik tarzı icat etmek zorunda kaldıkları bir konuma zorla atılmış ve geleneksel yaşam biçimlerinden yoksun bırakılmış geniş bir kolektif oluştururlar.
Gecekondu sakinleri yeni ortaya çıkan, aynı zamanda kökünden koparılmış ve kendini evrensel olarak algılayan (New Yorklu bir akademisyenin Slovenyalı bir akademisyenle, üniversite kampusunun yarım mil ötesinde yaşayan Harlemli siyahlardan daha fazla ortak yönü vardır) sembolik sınıfa (menajerler, gazeteciler, halkla ilişkiler uzmanları, akademisyenler, sanatçılar vs) karşıt olan sınıftır.
Sınıf mücadelesinin yeni bir ekseni midir bu, yoksa "sembolik sınıfın doğasında ayrışma zaten var mıdır? Dolayısıyla gecekondu sakinleri ile sembolik sınıfın "ilerici" kısmının koalisyonu üzerine bahse girilebilir mi? Gecekondu kolektiflerinden doğan yeni tarz toplumsal bilinç biçimleri, geleceğin tohumları, gerçekten "özgür dünya"nın en iyi umutları olacaktır. Garton Ash'in kitabının adında belirtilen bir "özgür dünya" olsun ya da olmasın. (SZ/MÖ/BA)
* Slovaj Zizek'in London Review of Books'da 2 Eylülde yayımlanan yazısını Mehmet Öznur Türkçeleştirdi.
**Timothy Garton Ash, Free world: Why a Crisis of the West Reveals the Opportunity of Our Time, Allan Lane, 2004, 308 s.