Tekel işçilerinin Ankara mücadelesi özelleştirmenin gerçek amacının ne olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi: İşçi sınıfının sendikal örgütlülüğünün dağıtılması. Ve böylece sendika hakkı, ücret, sosyal kazanımların çok ciddi ölçüde geriletilmesi... Tekel işçilerinin mücadelesi bu görüşü olgusal olarak doğruluyor.
Mücadele Tekel'in yeniden kamuya devrine varabilir mi? Bu çok güç gözüküyor. İşçilerin talepleri arasında bu yok; olsa da, işçi sınıfının çok daha büyük bir kesimi harekete geçmeden hayata geçirilmesi mümkün olmaz. Fakat Tekel mücadelesi kitlesel bir niteliğe bürünebilir. Petkim işçilerinin 1994 ve 2007, Tüpraş işçilerinin 2005, Kocaeli Seka işçilerinin 1998 ve 2005 ve Tekel 2005 Anadolu eylemlerinde de bu ihtimal vardı. Ama Tekel eyleminin 1985'ten beri devam eden özelleştirmeye karşı mücadelede genelleşme ihtimalinin en yüksek olduğu mücadele örneği olduğunu söylenebilir. Ama pek çok bakımdan 2009 mücadelesi genelleşme potansiyeli en yüksek olanıdır.
Mücadelenin sınırları
Bu mücadelelerin hepsinde sendika ve işçi talepleri burjuva düşüncesinden bağımsızlaşma, sınıfın ve sendikaların kendi öz taleplerini ifade etme eğilimleri taşıyordu. Fakat bunların hiç biri son kertede burjuva ufkunu aşamamıştı. Bugün 2009 tekel mücadelesinde ileri sürülen talepler burjuva ufkunun dışına taşmış durumda. Mücadelenin dinamizmi ve genelleşme potansiyelinin nedeni de işte budur; işçilerin kendi öz çıkarlarını burjuva ideolojisinin dar ufkuyla sınırlamadan savunmalarıdır. Bir kez bu ufkun dışına çıkılınca, işçilerin özgüven içinde, kararlı ve sebatkâr mücadelesinin önündeki en önemli engel aşılmış demektir.
Tekel eylemi nihai menziline ulaşabilir mi? Ya da mücadele daha önceki özelleştirmeye karşı mücadelelerin tersine, işçi sınıfının bir kesiminin dar eylemi olmaktan çıkabilir mi? Birleşik bir işçi mücadelesinin öncülü olabilir mi? Kamu işletmelerinin (kamu mülkiyetinin) yeniden tanımlanmasına neden olabilir mi?
Bütün bunlar mümkün. Tabii günümüzde emek-sermaye çelişkisinden neşet eden toplumsal eylem ve toplumsal talepler gündemin çok gerisine düşmüş gözükse de sınıf endişesinin özgül nedenlerle de güçlü olduğu devlet, daha önce defalarca olduğu gibi devreye girerek ara çözümle "yatışmayı" sağlamadığı sürece. Şunu da belirtelim ki AKP'nin tek başına iktidar olması, şu veya bu özel agajmanlara sahip olması, sözkonusu tarihsel politikayı değiştirmesini hem gerekli kılmıyor.
Fakat özelleştirilen işletmelerin pek çoğunda, Özellikle 1990'lardaki işten işsizlik karşısında 4-c statüsünün "yatıştırıcı işlev" gördüğünü de dikkate alırsak Tekel işçilerinin yatışmasının yeniden-ileri kazanımlar (hiç olmazsa özelleştirme öncesi kazanımların birçoğu) elde etmeden hiç de kolay olmadığı anlaşılıyor.
Tekel mücadelesi ve Şeker işletmelerinin özelleştirilmesi
Tekel işçileri mücadelesi patlak vermeden önce, özelleştirmeye karşı mücadele yaklaşık iki yıldır durgunluk içindeydi. Son dönemde 6 fabrikası ihaleye çıkartılan şeker sanayi işçilerinin ve sendikalarının çabaları durgunluğun aşılmasını sağlayamamıştı. Şekir-iş'in 1990'larda hayırhah bir tutumdan bugün özelleştirmeye karşı olmaya geçişi kuşkusuz övgüye değer. Ama ileri sürülen talepler ve gerekçeler 25 yıllık özelleştirmeye karşı mücadelenin, dar burjuva ufkunun sınırlarına hapsolmuş durumda. 25 yıllık bütün bir özelleştirme deneyimi açık biçimde gösterdi ki bu dar ufuk, mücadelenin başarılı olması önünde en büyük engel.
Bu ufkun sınırlarını, kamu işletmesinin ülke için ne kadar yararlı olduğu, özelleştirme halinde kâr ve verginin azalacağı, dışa bağımlılığın artacağı, stratejik bir sektörün çökeceği vb gibi iddialar oluşturur. Özelleştirmeye karşı mücadelenin fikri kavramları, bilhassa 1990'lardan itibaren bu çerçevenin dışına pek de taşmadan üretilmiştir.
Bu çerçeve içinde kalınarak yeni, özgün, hedefteki işletme işçilerinin tamamını kucaklayan ve nihayet birleşik mücadelenin önünü açan taleplerin (sloganların) icat edilmesi mümkün olamazdı. Bu çerçeve içinde kalınmasının nesnel gerekçelerinin güçlü olduğu da kuşku götürmez. Gelgelelim 1985, fiili ilk özelleştirmenin yapıldığı tarih, o günden bugüne 25 yıl geçti; hala aynı dar ufkun içinde kalınması tuhaftır ama gerçek bir olgudur.
Bu duruma yol açan nedenlerin diyalektik bütünlük içinde araştırılmasının hala güncel bir sorun olduğunu belirtmeliyim. Belki işe burjuva fikirleri sendikal alana taşıyarak köprü işlevi gören, akademisyenlerin fikirlerini ele alarak başlamakta yarar var. Bu akademisyenlerin (ve iktisatçılar) ufku maalesef kamu işletmelerinin kapitalist ekonomideki faydalarını bitmez tükenmez biçimde sayıp dökmekten maalesef pek de ileriye geçmiş değil. Hatta bu gayretlerinin özelleştirmeye karşı mücadelede pek işe yaramasa da iktisadi kavramlara, burjuva iktisadın verdiği anlamları (tabii ki bilmeden ve iyi niyetle!) pekiştiren rol oynadıkları bile söylenebilir.
Burjuva ufkunun sınırları içindeki yazarlar
Bu köprü işlevi gören iktisatçılardan Erinç Yeldan, geçenlerde Cumhuriyet'te Şeker Sanayi özelleştirmesi ile ilgili yazısında (Cumhuriyet, 23 Aralık 2009) 1985'lerdan beri ileri sürülen burjuva-sol fikirlerin Şeker sanayinde 2009 yılında nasıl ileri sürüleceğinin hiç de fena olmayan şekilde örneğini verdi. Şunu da söylemeliyim ki bu fikirlerin 25 yıl boyunca tadil edilmemesi, dayanaklı gibi gözükmesinin temel nedeni kendisini "olguların sınavına" sokmaktan kaçınmasıdır. Bu da burjuva ufkun sınırları içinde kalmanın kaçınılmaz olan bir başka dar görüşlülüğüdür. Bu ufuk içinde kalınınca soruna "25 yıllık hatalı özelleştirme uygulamaları" diye bakmaktan kurtulamıyorlar. Biz işçi sınıfının ve sendikaların bağımsız eylemini öne çıkartanlar ise soruna "özelleştirmeye karşı 25 yıllık mücadele" diye bakıyoruz.
Özelleştirmeye karşı mücadelenin 25 yıllık deneyimi var... Tekel işçileri özelleştirme karşı mücadelenin en önemli örneklerinden birini yükseltiyor... Ama bu yazıda bir tane bile "emek" "işçi" kelimesi bulmak mümkün değil. Yazı bütünüyle "bir kamu işletmesi olarak bizatihi şeker fabrikasının üreticisiz, işletmeci kurumsal portresinden" ibaret.
Erinç Yeldan, özelleştirmeye karış mücadele sürecinde bilhassa son 10 yılda aynı minvalde pek çok eser verdi. İşçi mücadelesinin taleplerinin burjuva ufku içinde kalmasına kendince malzeme sundu. Öyle anlaşılıyor ki, yazarımız, fikirlerini, üzerinden 25 yıl geçen özelleştirmeye karşı mücadele deneyinin ışığında hala daha gözden geçirme ihtiyacı duymuyor, işçi sınıfına yanlış teçhizat sunmakta ısrar ediyor. Belki de bu mesleki çerçevenin sınırlarıyla da ilgili.
Üreticisiz (işçisiz) bir işletme tasavvuru ile emeğin haklarından, kazanımlarından soyutlanmış tam da burjuva iktisadının ufkunun kalbinde yer almaktır. "Kâr" kavramına verilen önem bu çerçevenin en belirgin özelliklerinden birisidir.
Yazının bir yerinde şu satırlar var: "Türkşeker'e ait dört fabrikanın satılması durumunda kamu sektörü yılda 145 milyon dolarlık kârdan mahrum kalacaktır." Bu bilgiyi Şeker-İş'ten almış.
Emek kategorisi dahil edilmeden, özelleştirmeye karşı bilimsel bir argüman geliştirilmesi mümkün olamaz. Ama yine de özelleştirmeye karşı sadece kamu işletmesini teknik biçimde savunarak küçümsenmeyecek argümanlar geliştirilebilir, geliştirilmelidir de. Örneğin yazarın yukarıdaki cümleden hemen sonra ifade ettiği "..kurulu yatırım değeri, yaklaşık 3 milyar dolar civarında olan kamu varlığının yok edilmesi..." önemlidir ve sabit sermaye stokunun heba edilmekte olduğunu dair kuvvetli bir karine oluşturur.
Ama "kâr" kategorisine mahrum olunan, pozitif bir anlam yüklerseniz burjuva kategorilerini, özelleştirmeye karşı mücadeleye taşımış olursunuz. Şöyle ki, kâr bilimsel olarak bilanço düzeninin (toplam gelirlerden toplam maliyetlerin ve vergilerin çıkartılmasıyla bulunan hesap) ürünü değildir. Kârın kaynağı, üretim sürecinde, işçilerin kontrol edemediği artı-emekten başka bir şey değildir. Bu durumda "kârın" büyüklüğü (hacmi) işçilerin ücretinin düşüklüğüyle çalışma sürelerinin uzunluğuyla, iş disiplininin yoğunluyla, sabit sermaye hacmiyle vs. dolaysız olarak ilgilidir. O halde çok açıktır; kâr hacmini eksen yapmak, kamunun kârdan mahrum kaldığını söylemek en hafifinden, işçilerin sömürülmesini doğru, makul bulmaktır. Ve kamuoyuna "bakın özelleştirmeciler hata yapıyor, kar elde edilen" işletmeyi satılıyor mesajını vermektir.
Bu argümanın en kaba ama aynı zamandan en steril versiyonu olan "kârlı işletmeler satılıyor" sloganı maalesef 25 yıllık özelleştirme saldırısında mücadelenin önündeki en büyük ayak bağlarından birisi olmuştur.
Kamunun kârdan mahrum kalmasından yakınmak ne anlama geliyor? Veya bu yakınma özelleştirmeye karşı nasıl bir teçhizat sunuyor olabilir? Ya da bu görüş, aslında hangi sınıfların görüşüdür?
Kısaca inceleyelim. Tabii işçiler üretim sürecinin içinde, içgüdüleriyle kâr ile çalışma süreleri arasında ilişki kurmaktadırlar. Buradan kârın gerçek mahiyetini kavramaya sıçramaları hiç de zor değildir. Kârın gerçek mahiyetini kavradıkları takdirde, işletmenin "kârlı" olup olmaması onları işletmenin özelleştirilmesine karşı harekete geçirici etkisi bulunmuyor demektir. Ama bu bilinç düzeyi sözkonusu değilse, olsa olsa işletmenin kapanma ihtimali olmadığı gibi bir gerekçeye sahip olmuş olurlar. Kapanırsa veya elde edilen bilonço karıyla ilişkisiz bir fiyata satılırsa, bunu da özelleştirmecilerin asıl amacı bütçeye kaynak sağlamak değil, asıl amaçları daha başka demek için de kullanacakları bir gerekçeye sahip olmuş olurlar.
Acaba bu karlılık olgusu toplumun geniş kesimlerini etkilemek için mi kullanılıyor? Sanmıyorum. Çünkü, toplumun tüketici olan geniş kesimi ise kamu malının "ücret malı" olmasıyla; yani kamunun ürettiği, tüketim mallarının ucuza satılmasıyla daha yakından ilgilidir. Çünkü ucuza satılan ücret malları satınalma gücünü artırmaktadır. Yüksek fiyat ödediği (örneğin kamu tekeli olan İGDAŞ) kuruluşların karlı olması, bu kitlenin özelleştirmeye karşı mücadelede destek sunması için iyi bir gerekçe değildir. Tam tersine ucuza satılan ürün üretmesi koşuluyla sözkonusu işletmenin zarar etmesine toplumun geniş kesimleri tepki göstermeyeceklerdir. (zararın toplumsallaşması)
Kısaca karlı kamu işletmesi olgusunun egemen sermaye için ne ifede edebileceğini araştıralım. Kendi içinde farklı fraksiyonlara, siyasal öbeklere sahip olan ve en önemlisi piyasada birbiriyle rekabet eden sermayenin bir blok olarak ittifak ettiği konulardan birisi de özelleştirmelerdir. Bu konuda sınıf içgüdüyse değil, sınıf bilinciyle hareket etmektedir. Sermaye birbiriyle rekabet etmektedir ve bazı sermaye grupları özelleştirmeyi rekabet gücünü artırmak için kullanmak istemektedir. Ama bu resmin küçük kısmıdır. Resmin büyük kısmı özelleştirmeyi işçi sınıfının kazanımlarını ortadan kaldırmak, ücret ve çalışma koşullarını, piyasada en alt seviyede eşitlemek için tercih etmiş olmasıdır. Bir blok olarak ortak sınıf çıkarının burada olduğunu görmektedir. O halde "karlı kamu işletmesi özelleştirilmemelidir" şeklindeki yaklaşımın sermaye sınıfının hiçbir kesimini ikna etmesinin maddi zemini bulunmamaktadır.
Geriye devlet bürokrasisi kalıyor. Bu kesim, geniş bir yelpazeyi oluşturuyor, devlet idare çarkından, üniversiteye, yargıya ve kamu işletme yönetimine kadar uzanıyor. Bu kesimin önemli bir kısmı uzun vadeli çıkarlarının piyasa koşulları olduğunu görmüştür. Ama piyasaya mesafeli, idari bürokrasi ile kamu işletme bürokrasisinin bir kısmı da özelleştirmelere karşıdır. Karşı olmasının hiçbir hükmü yoktur. Çünkü karşı oldukları şeyin icracıları da bunlardır. Bu bürokrasinin bu konuda uzlaşabileceği burjuva muhalefeti de yoktur. Burjuva siyasetinin hemen tümü özelleştirmeyi ilke olarak benimsemiştir. Diğer yandan bunlar, kamu işletmelerinin, kapitalist devlet kuruluşları olduklarının bilincindedirler. Öncelikli sorunları işçi sınıfının kazanımları, ücretleri sosyal hakları değildir. Kapitalist işletme prensiplerinin devlet kuruluşlarında çok daha iyi şekilde, hayata geçirileceğine inanmaktadırlar. Bu nedenle de sık sık verimlilik, kârlılık, maliyet düzeyi gibi piyasa ölçütleriyle kamu işletmelerinin üstünlüğünü ispat etmeye girişirler. Dolayısıyla özelleştirmeye karşı olmaları kendi bürokratik becerilerini daha iyi ortaya koyma beklentisiyle ilgilidir. İşte burjuva-sol iktisatçıların dar ufkunun maddi zemini esas olarak bu talihsiz bürokratik kesimdir. Gerek burjuva-sol akademisyenlerin gerekse bu bürokrasinin zaman zaman işçi sınıfı ve sendikalara göz kırpmasının nedeni de maddi zeminlerinin sürekli kayıyor oluşundandır.
Mücadeleyi kavrayamayanlar
Kâr kavramına bakış bu zihniyetin derinliğini ve boyutlarını ortaya koymak için yeterlidir. Yazıda ifade edilen "Türkiye'nin sadece şekerde değil, şekerin yan [ürünlerinde de] dışa bağımlı hale [gelmesi]" değinerek yazarın burjuva ufkun sınırlarından çıkamayacağını tartışmak istemiyorum. Ama şunu belirtmek gerekir; Özelleştirmeyi burjuva ufku içinde ele alanların Tekel işçilerinin mücadelesini ve özelleştirmeyi anlamaları mümkün değildir.
Tekel işçilerinin mücadelesi yükselirken, şeker sanayi işçilerinin burjuva ufkun içinde talep üretmeye kalmaları, 25 yıllık özelleştirme mücadelesinde sık görülen çelişkilerden birisi olmuştur. Şimdi Tekel'in açtığı kanal bize bu çelişkinin uzlaşarak çözülmesi imkânı yeniden sunuyor. Bu kanal ayak bağı olan burjuva fikirlerin süratle işçi sınıfı ve sendikalar içinden bertaraf edilmesine de katkı yapacaktır.
Tekel mücadelesi büyük ihtimalle, işçilerin taleplerine uygun kazanımlar elde ederek sonuçlanacak. İşçiler Tekel dışında (Tekel fiilen tasfiye edildi) diğer kamu işletmelerine gönderilecek. Bu çok büyük bir kazanım olacaktır. Ama yine de Tekel'in yeniden ihya edilmesi gibi hayali olduğu kadar gerçekçi de olan bir (Tekel işçilerinin son iki yıldır hareketsiz sınıfı uyandıracağını iki ay önce kim söyleyebilirdi) ihtiyaç karşılanmamış olacaktır.
Kamunun elinde kalan sınırlı sayıdaki1 işletmenin geleceği için yeni bir kamu işletme modelini tartışmak gerekiyor. İşçi sınıfının dışından özgün "kamu işletme modeli" sunmak gerçekçi olmaz. Ama bu modelin ne olmaması gerektiğini 25 yıllık özelleştirmeye karşı mücadele ve şimdi Tekel işçileri mücadelesi ortaya koymuştur. Bu model, işçi sınıfının ve sendikaların ağır bedeller ödeyerek elde ettikleri kazanımlara saygılı olmalıdır. Ücretler, çalışma koşulları, çalışma süreleri, sosyal haklar, lojman, kamu sosyal tesislerini kullanma hakkı vs vs. elde edilmiş düzeyin aşağısına inmemelidir!
25 yıllık deneyim bütün bunların garantiye alınması için etkin bir sendikal denetimin şart olduğunu gösteriyor. Sendikal örgütlenmeyi sakatlayan ne varsa, taşeronluk, geçici işçilik, 4-c statüsü, esnekliğin diğer biçimleri... ortadan kaldırılmasının gerekliliğini de ortaya koyuyor.
Tekel işçileri de aslında burjuva ufkun dışında üretilmiş, bu nedenle de yabancılaşmamış talepleriyle, tam da kamu işletmesinin ne olmaması gerektiğini ortaya koyuyorlar. Yalnızca ve yalnızca kazanılmış haklarını istiyorlar, eski ücretlerini, eski sosyal haklarını, eski çalışma koşullarını. Aslında bütün bunlar, ücretin düştüğü, esnekleşmenin yaygınlaştığı, çalışma koşullarının ağırlaştığı bir dönemde diyalektik olarak yeni taleplerdir. Şeker işçilerini, kamunun elde kalan diğer işletme çalışanlarını ve işçi sınıfının diğer kesimlerini ve bizi işte bu yeni talepler kurtaracak...(EB/EÜ)
________________________________________________________________________
* Erhan Bilgin, iktisatçı, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu