90’lı yıllar “devlet televizyonu” tekelinin kırılması ile başladı. Devlete ait bir alanın özel kesime açılması, ekonomik bir liberalleşme adımı olarak kabul edilebilir.
Bu adım, siyasal ve toplumsal sivilleşmeye, kamusal alanın sınırlarının genişlemesine, özgürlük ve hak mücadelesine katkı sağlamış mıdır? Yanıtı kolay verilebilecek bir soru değil elbette. Bu alanda yapılan bilimsel araştırmalar sınırlı.
Biz bu yazıda bu soruya yanıt bulmak yerine 90’lı yıllardaki özel televizyon yayıncılığının ilginç örneklerine bakacağız, o günlerin birkaç fotoğrafını anımsayacağız, kuşkusuz hepimiz o fotoğraflara bugünden bakarken pek çok farklı boyut göreceği
Marangozu Cumhurbaşkanı’nın oğluysa…
Türkiye’de özel televizyon yayıncılığına geçiş, dünyada eşine az rastlanır biçimde gerçekleşti. 1989 Mart ayında Başbakan Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal, iş adamı Cem Uzan ile birlikte vergi cenneti olarak bilinen Lichtenstein’da bir şirket kurdu. Turgut Özal adım adım Cumhurbaşkanlığına yürürken, bu şirket de özel televizyon yayıncılığına hazırlanmaktaydı.
Özal, Ekim ayında Cumhurbaşkanı seçildi. Ocak ayında Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gezisinde dört gazeteciye “Yurtdışından Türkçe televizyon yayını yapılmasını engelleyen bir kural yok. Dış memleketlerden bir kanal kiralayan Türkiye’ye yayın yapabilir” diyerek özel televizyonların nasıl hayata geçeceğinin sinyalini de verdi.
Anayasaya ve yasalara göre özel televizyon yayıncılığı yapmak suçtu. Ağustos ayında Star 1, resmen yayına başladığında ortalık karıştı. Cumhurbaşkanı’nın oğlunun işlediği “suç” muhalefeti ayaklandırdı. O güne dek rakipsiz yayın yapan TRT ile Star 1 mahkemelik oldular.
TRT, Star 1’in tanıtımlarını yayınlamadı. Cumhurbaşkanı’nın, Akbulut Hükümeti’nin ve PTT’nin desteğini arkasına alan ilk özel televizyonumuz TRT’ye dava açtı ama kaybetti. Ortalık toz dumandı. O günlerde İstanbul Belediye Başkanı Sosyaldemokrat halkçı Parti (SHP) Nurettin Sözen’di. Belediye ait çöp kamyonları Star 1’in vericilerine çarpıyor, yıkıyor, Star 1, Sözen ve muhalefet partisi aleyhine saldırgan yayınlar yapıyordu.
Sendikal mücadele haber müdürünü işinden etti
Özel televizyonun ilk yıllarında hukuki çerçeve olmadığı için ve yayınlar “korsan” kabul edildiğinden, yayıncılık da sahibinin karakterini taşıyordu. 2000’li yıllarda siyasi figür olarak da karşımıza çıkan Cem Uzan’ın ilk yıllardaki kontrolsüz öfkeli tavrı Star 1 televizyonunun ana haber bültenlerinde görülebiliyordu.
Ünlü bir sunucu Star’da çalışmayı reddettiyse aleyhine haber yapılıyor, ya da dönemin gözde tiyatrocuları bu ekrandan görünmeye uzak duruyorlarsa, tiyatroları basılıp yangın merdivenlerinin yeterli olmadığı yolunda haberler yapılıp, tiyatro kapattırılabiliyordu. Haber bültenleri siyasi iktidarın sesiydi.
Yazılı basından gelen haberciler arasında oto-sansürü tam olarak kavrayamayan ya da kavramak istemeyenler olduğu için garip olaylar yaşanıyordu. Sendikal eylemde grev yapan işçilerden biri çektikleri ekonomik sıkıntıdan, hak aramaktan söz etmiş ve bu ana haber bülteninde yer almıştı. Kuralsızla başlayan yayıncılık çalışanların bakış açılarını da yansıtmalarına zaman zaman izin veriyordu. Ancak o işçinin yakarışları iktidarı rahatsız etti. Tepeden gelen uyarı ile haberi yapan muhabirin de haber müdürünün de işine son verildi.
Ortalık öylesine toz dumandı ki özel televizyonun içinde yaşananları kamuoyuna yansıtacak yol da bulunamıyordu. Kanal sayısı artıp rekabet başlayınca, tek olmanın gururuyla kabaran kontrolsüz öfke yerini pastadan pay alanlarının, çıkar çatışması kavgalarına bırakacaktı.
90’larda medya patronlarının gazeteleri ve televizyon kanalları aracılığıyla birbirleri aleyhine yaptıkları yayınlar da unutulmazdı. “Medya patronları kavgası” sıralamasında, sanırım dünya basın tarihinde ilk sıralarda yer almaktadır.
Altyapı siyah kurdele
Her şeye rağmen ilk özel televizyon kısa sürede izleyicinin ilgisini çekmiş, tek kanalın resmiyetinden sıkılanlar bu renkli ve eğlenceli sihirli kutuyu kısa sürede en çok seyredilen kanal yapmıştı. İzlenme oranlarının ölçümü o dönemde de bugün olduğu kadar tartışmalıydı. Ama özel televizyonun daha çok izlendiğini sokağın nabzını tutulduğunda da anlaşılıyordu. Özel kanal artık reklam pastasının en büyük dilimini alıyordu.
Ekonomik gelişmeler, televizyonların reklam payının artması, yayın sahiplerinin ekonomik ve siyasi güçlerin oluşması, bir anda pek çok iş adamının özel televizyonculuğa adım atmasına sebep oldu. Star 1’in ardından Erol Aksoy’un Show TV’si, Ahmet Özal’ın Cem Uzan’dan ayrılarak kurduğu Kanal 6, Ayhan Şahenk ve Hüsnü Özyeğin’in ortaklığıyla kurulan Kanal D, Dinç Bilgin’in ATV’si peş peşe kuruldular.
Artık yasaları değiştirme vakti gelmişti. Bu dönemde televizyon yayıncılığına göre maliyeti çok daha düşük olan özel radyo yayıncılığı da hızla gelişmiş, binlerce özel radyo dinleyicisini bulmuştu. Meclis radyo yayıncılığını düzene koymak için bir çalışma başlatıp, özel radyoları kapatınca, herkes şaşkına döndü.
Yurt çapında “Radyomu istiyorum” diye siyah kurdeleli bir eylem başladı. Çoğunluğun kendi sesini bulduğu bir radyo vardı ve eylem çığ gibi büyüyünce, artık özel televizyonların da korsan yayıncılıktan yasal yayıncılığa geçmesinin yolu açıldı. Anayasal düzenlemenin önünde muhalefet de duramazdı, sokak yani seçmen radyosunu istiyordu.
Bu gelişmeler, 8 temmuz 1993’de Anayasa’nın 133. maddesinin değişmesiyle yasal bir çerçeveye oturdu, artık özel televizyon ve radyo kurmak yasaldı. Ama asıl düzenleme 1994 yılında Radyo ve Televizyon Üst Kurulu RTÜK’ün kurulmasıyla gelecekti.
RTÜK 1995'te kapatma cezalarıyla çok tartışıldı. Ancak RTÜK yasasında 2002'de yapılan değişiklerle “edebe aykırı yayınlar” gibi muğlak bir kavramın yer alması, kurumu televizyon kanallarına karşı erk sahiplerinin güçlü bir silahı haline getirdi. 2002-2013 yılları arasında televizyon kanallarına tam 76 milyon lira para cezası kesildi.
Gece şovlarında seksin, cinselliğin konuşulduğu ilk yıllardan, bugün, dizilerde evli olmayan çiftler dudak dudağa öpüştüğünde, bir kaç yüz bin lira para cezası kesilen yıllara geldik.
Teksoy Görevde
Özel televizyonların kuruluş aşamasını, o karmaşık yılları kısaca ana hatlarıyla anımsadıktan sonra, gelelim işin eğlenceli kısmına; 90’ların “unutulmaz” televizyon programlarına.
Ülkede köylerin yakılması, boşaltılması, savaş, işkence, kayıplar, sürgünler, yargılanmalar, sendikasızlaştırma ve daha pek çok acı yaşanırken ve bu yaşanılanlara karşı yeni sivil direnme, hak arama yapıları oluşurken özel televizyonlar bunlardan uzak kalabilmenin yolunu yeni habercilik metotları geliştirerek buluyordu.
Bunların en önemlisi “reality show” (gerçeğin eğlenceli gösterimi) idi. Bu şovları sunanlar, kendilerini, çalıştıkları kurumun hukuksuz durumuna uygun olarak, polisten, savcıdan, hakimden daha yetkili görüyorlardı.
Bu şovlar polisiye olaylara polisten önce ulaşıp, polisin yanında neredeyse bir savcı gibi görev alan Sıcağı Sıcağına ile başladı. Hemen haber bülteninin ardından yayınlanan bu programda her tür kanlı, vahşi görüntü sansürsüz yayınlanırdı. İzlenme oranları yükseldikçe program o kadar abartılı hale gelmişti ki minik bir kız çocuğuyla annesinin cesedi başında röportaj yapıldı.
Başka bir reality show’da sunucu bir eve baskın yapıyor, porno seyreden bir adamın suratına tükürebiliyordu. Balkonlardan, bacalardan atlayıp kendince suçlu gördüğü (bugünkü RTÜK deyimiyle edebe aykırı) insanları suçüstü yakalıyordu. Bir baba henüz zanlı bile değilken kızına tecavüz etmekle suçlanmış, baba bir süre sonra intihar edince program tartışılır hale gelmişti.
Tabii o yıllarda izlenme oranlarını altüst eden bir gazeteci de vardı: Saadettin Teksoy. Haber türüne ne denir bilemiyorum ama, “diliyle insanların gözünden taş çıkaran adam”, “kaşları da saçları kadar hızlı uzayan adam”, “başkaları tarafından görünmeyen adam” gibi haberleri ilginç bir ses tonu ve vurguyla sunarak dönemin en önemli televizyon fenomeni oldu.
Bu programların ardından reality yarışmalar başladı. Gençler bir eve dolduruldu, gözetlendi. Kavgaları, aşkları, attıkları her adım izlendi. Gençleri, şişmanlar izledi, ardından ünlerini kaybetmekte olan ünlüler çiftlik evlerine yerleştirilip, birbirleriyle kapıştırıldı. 90’larda televizyon izleyicisi topluca röntgenci oldu. (Ki o yıllarda kişi başı televizyon izleme oranı günde beş saate yakındı. Dünya üçüncüsüydük. Bu oran 2011 yılında internetin hızla yaygınlaşmasıyla günde 3,9 saate düştü. Dünya sıralamasında 7. ülke olduk.)
Eğlendiren bilgi salgını
90’larda hak arama eylemleri yükseldikçe, televizyon ana haber bültenleri de form değiştirdi. Show TV’nin başlattığı bilgi verirken eğlendiren (infotainment), Prof. Dr. Sevda Alankuş'un deyişiyle Hab-eğlence ana haber bülteni, gazeteci Reha Muhtar’ın sunumuyla en çok izlenen programların başına yerleşti.
Dizilerin, yarışmaların, reality show’ların en büyük rakibi Show TV ana haber bülteniydi. Toplumun haber alma hakkının engellenmesi tartışma konusu bile olmuyordu, toplum haberlerde de eğlenmek istiyor diyerek konu kapanıyordu.
Dizilere gelince, sıcak mahalle dizileri doksanlara damgasını vurdu. Süper Baba, Baba Evi, Mahallenin Muhtarları, Kaygısızlar bu sıcak dizilerin başını çekiyordu. Hepsinde ana kahraman erkekti. Yumuşak, sevecen, duygulu, komik, sıcacık erkekler…
Zaten dizi yayınlanmadığı günlerde Kemal Sunal filmleri tekrar tekrar yayınlanıyor, sıcak erkek kahramanın saf halleri izlendikçe izleniyordu. Bir de Sibel Can, İbrahim Tatlıses, Ebru Gündeş gibi kaseti çok satan tüm şarkıcılara kasetleriyle aynı adı taşıyan diziler yapılıyordu. 90 yıllardan kahramanı kadın olan yalnızca üç dizi hatırlıyorum; Ana, Şehnaz Tango ve Kara Melek.
Talk show’lar da önemliydi. Cem Özer’le başladı, Aziz Üstel, Okan Bayülgen, Beyazıt Öztürk’le devam etti. Aziz Üstel’in programından gülümseyerek hatırladığım bir ayrıntı var, masada viski bardakları ve kül tablası olur, viski içilirken bazen puro ya da sigara da yakılabilirdi. Romina-Gülçin ve Yıldo’nın gece yarısı show’larında aşk, seks ve cinsel sorunlar konuşulabilirdi.
Hepsi mi böyle?
90’ların televizyonunda daha farklı programlar yok muydu? Tabii ki vardı. İki kadın sunucusuyla “Devriye” saldırgan bir dil kullanmadan, dergi haberciliği formatına yakın bir uslupla Türkiye’nin her köşesini adım adım geziyor, “öteki”lere de mikrofon uzatıyordu.
Yumuşak ve araştırmacı uslubuna rağmen dört yıl boyunca sürdü, agresif reality showlar birer birer ekrana veda ederken Devriye izlenme listelerinde ilk sıralardaki yerini korudu.
Kadir İnanır’ın sunduğu “Böyle Gitmez” haber programı da muhalif tavrıyla o yılların önemli programları arasında yerini aldı. Uğur Dündar sansasyonel haber programlarını sürdürüken, “Böyle Gitmez” ciddiyetiyle daha çok izlenebiliyordu. Mehmet Ali Birand’ın 32.Gün’ü, Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı, Savaş Ay’ın A Takımı da 90’ların unutulmaları arasında yerini aldı.
O dönemde yapılan programların bütününe baktığımızda, programı yapanların habere bakış açılarını, duruşlarını yansıtabilme şansları bugüne göre çok daha yüksekti.
Yapılanmanın karmaşıklığı ve başlangıç yılları olması konrol mekanizmalarının çalışması önünde engeldi ve naif bir yanı da vardı.
Geri dönüş yok
Bianet’in “90’larda Hak Arama Mücadesi” dizisi Nadire Mater’in açılış yazısı ile başladı. Başlangıç satırları şöyleydi:
“Son yıllarda, baş döndürücü Türkiye gündeminde her gün duyar olduğumuz ‘’90’lara geri mi dönüyoruz?’’ sorusu 90’lardaki hak mücadelelerinin adeta üstünü örtüyor.
Durduğu yer fark etmeksizin, herkes ‘90’lara geri mi dönüyoruz’ sorusunun fırsatını kolluyor, hepimiz sorunun manasını hemen anlıyoruz. İçerik ve ima farklı olsa da, soru ve tespit aynı olumsuzluğu içeriyor: 90’lar çok kötüydü.”
Bugünden, 90’ların televizyonuna bakarsak, o döneme asla bir daha dönemeyiz diyebilirim. 90’lar çok kötü olduğundan değil, ya da bugün doğru hukuki çerçeve içinde, kamu yararını da gözeten, demokratik bir yayıncılık ortamı olduğundan da değil.
Yayıncılıkta aynı manipülasyon, aynı körlük, aynı ajitasyon, hatta aynı provokasyon sürüyor. Ama artık bugün RTÜK’ün elindeki silahlar çok daha güçlü, reklam pastası çok daha büyük ve muktedir olmak isteyenler televizyonun toplum mühendisliği yaptığına daha da şehvetle inanıyorlar. Yani artık gücüne güç katmak isteyenler, izleyiciden daha büyük bir arzuyla programları röntgenliyor ve yönlendiriyorlar.(AÖÇ/BA)