Sol ilk kez tam kadro halkın karşısında
Sol, neredeyse tam kadro olarak belki de ilk defa izleyenlerin -ola ki halkın- karşısına çıkmış oldu; "sosyal demokrat"ların bir kısmının yanı sıra HADEP, TKP, ÖDP, EMEP, İP. Programın süresi ve konuşacak adayların sayısının 18-19 olduğu dikkate alınacak olursa 'sol'dan kastımız olan -HADEP'i de dahil ederek- bu son beş parti kendilerini anlatabilmek için oldukça iyi sayılabilecek zamana ve fırsata sahip oldular. Şüphesiz her biri aynı programa tek başlarına çıksalar sürenin tamamını hiç zorlanmadan kullanabilecek kabiliyettedirler. Fakat bu tür programlar malum, fazladan konuşabilmek için biraz da 'yırtık' olmak gerekiyor ve program ilerledikçe solun temsilcileri bu konuda oldukça başarılı oldular. Süre konusunda ve Muhtar'ın tavırlarında sola bir parça eşitsizlik olmadı değil fakat Millet Partisi'nin neredeyse hiç konuşacak fırsat bulamamasına kıyasla sola tanınan süre oldukça iyi sayılırdı. Millet Partisi ve Demokrat Türkiye Partisi temsilcileri ancak programın sonunda, o da ancak "tribünlerdeki" halkın kendilerine söz hakkı sağlamasıyla konuşabildiler.
Yaşlı bir kadının, programa gelen parti temsilcileri arasındaki tek kadın katılımcı olan DTP temsilcisine "ne olacak bu emeklilerin hali, ne yapacaksınız" sorusunu yöneltti. Bu davranış, tamamen, bir kadın adaya yönelik sempatiden kaynaklanıyordu. Okumuş, erkek dünyasında -siyaset- kendine yer açmış yetişkin kızından medet uman bir emekli annenin, programın sonuna kadar söz verilmeyen bir kadınla olan samimi dayanışmasıydı yaşanan. Soru sorarak ona söz hakkı vermiş olmanın mutluluğu sorunun yanıtını tamamen önemsiz kılmıştı. Sol, kadın adaylar göstermek zorundadır. Oy almak için değil, kadın sorununa karşı duyarlı olduğunu ispatlaması için de değil, kadınların gerçekten de bu dayanışmayı yaşamak istemelerinden dolayı sol buna mecburdur.
Sahici bir politik alanda sınav
Program boyunca solun temsilcilerinin yaptığı konuşmalar ve davranışlar solun kendini nasıl yansıttığı konusunda ciddi bir deney niteliği taşıyordu ve derslerle doluydu. Sol, bu kez sahici bir politik alanda sınav veriyordu. Yani kendi dergi ve gazetelerinde, yazdıklarının çizdiklerinin içinde değildi, dernek ya da parti binalarında yapılan konuşmalardan, panellerden birinde bulunmuyordu, gerçekten kendisi hakkında iyi kötü bir fikri olan ve bizzat solun kendisi tarafından devrimin öznesi olarak kabul edilen işçi sınıfının, halkın karşısına çıkmıştı. Grev veya direniş ziyaretlerinde ya da bildiri dağıttığı kahvelerde, yani, aslında bir bilen, bir siyasetçi olarak gittiği ve kendi halinde, mülayim bir "özne" tarafından misafir olarak karşılandığı durumlardan birini yaşamıyordu. Sol ve sosyalizm hakkında hiç de iyi şeyler düşünmeyen, burjuva siyasetinin ve propagandasının etkisinde olmakla kalmayıp artık olan bitenler karşısında onu kendince yorumlayanlar, aslında çoğunluk olanlar karşısında bulunuyordu. Bu öfkeli insanlar karşılarına siyasetçiyim diye gelen herkesi bir güzel benzetmeye de hazırdılar ve çok geçmeden kameraları siyasetin erbabı kravatlılar üzerinde bir işkence aletine dönüştürüverdiler. Peki sol kendini anlatacak yetenekte miydi? Kendini ve kendinde temsil olan geçmiş "sosyalizm" deneyimini savunabilir miydi? Bunda ne kadar başarılı olabilirdi? Başarılı oldu mu?
Halk bu partilere oy verebilir mi?
Programda yer alan sol, bizdik; sosyalist, anarşist, ekolojist yani kapitalist dünya dışında "başka bir dünya mümkün" diyen herkes. Programa katılan partilerden olalım ya da olmayalım, destek verelim ya da vermeyelim her birimiz solun temsilcilerine sorulan sorulara kendimize sorulmuşçasına cevap vermeye çalışmalıyız.
Bu siyasi partilerden herhangi birinin üyesi veya taraftarı olsun ya da olmasın, kendini solda sayan herkes kendine şu soruyu sormalı; programda yer alan sol partilerin söylediklerine ve sergiledikleri tutumlara bakarak bu partilere oy verir miydim? İttifaklar, burjuvazi karşısında tutum vb. dışında size bir şeyler vaat eden bu partilere oy verir miydiniz? Yine de kabul etmek gerekir ki bu sorular biraz taraflı, her şeye rağmen bir solcuya soruluyor, peki ya işçi sınıfından, halktan biri yani saat dörde kadar programı seyretmiş olan bir kişi bu partilere oy verebilir mi?
ÖDP'den Ali Yiğit'e "madem komünizm iyi diyorsunuz peki neden Castro'nun kızı Küba'dan kaçıp Amerika'da yaşıyor" diye sorulduğunda, cevap "ona bakarsanız hortumcular da Amerika'da yaşıyor" olabilir miydi? Üstelik "sorun böyle ortaya konulmaz" diye akıl da verilebilir mi? Ali Yiğit, çok kitap okumuş, bir kaç Lenin cildi hatim etmiş olabilir fakat kendisine sorulan son derece basit bir soru karşısında laf yarışına girmeye değil karşısındakini ikna etmeye mecburdur. Küba, Castro ve kızı hakkında Lenin'in bir şeyler yazmamış olması da mazeret değildir. Burjuva siyasetçilerinin yaptığı gibi bir bilen edasında 'vatandaş' karşısında üste çıkmaya, azarlamaya kalkışmadan yanıt üretmelidir. Yoksa iş akıl vermeye kalacaksa mevcut siyasetçilerin yanında sosyalist olanlara sıra gelmez.
Sosyalistlerin farkı..?
Bir başka soruya aynı tarzda cevap veren DSP temsilcisiyle bir sosyalist aday arasında fark olması gerekmiyor mu? Bir genç işçi 180 milyon asgari ücreti o da bir kaç ayda bir alıyor olmasından dolayı aynı apartmanı paylaşan 35 akrabasıyla beraber geçen seçimde oy verdikleri DSP'yi sorumlu tutup "artıkın DSP bizim için öldü, oy yok" dediğinde DSP temsilcisi, diğer hükümet ortakları gibi tek başına iktidar olamamaları mazeretine sığındı. Üstelik soruyu soran işçinin bizzat kendisi suçluydu; mahallesindeki her yüz kişiden 78'ini DSP'ye oy vermediği için bu maaş ona ceza olmuştu, eğer işçi mahallesinde DSP'ye oy verilmesine çalışsaydı başına bu bela gelmezmiş. Sonuçta halk suçludur.
Fakat halkın-seyircilerin-öznenin soruları oldukça basitti, tabii istekleri de. Gerçekten de Castro'nun kızı neden o vaad edilmiş ülkeden, toplumdan, hayattan, özgürlükten neden kaçıp vahşi kapitalizmin, emperyalizmin bağrında yaşıyordu? Küba Laleli'ye uzak olduğu için soruyu soran Küba'da da kadınların okyanusun o muhteşem plajlarında fahişelik yaptığını bilmiyordu. Fakat bir başkası eski SSCB'den, Rusya taraflarından gelen kadınların bu en eski mesleği Laleli'de icra ettiklerini biliyordu.
Neden Laleli...?
TKP'den Haluk Yurtsever'e "madem sosyalizm, övgü ile bahsettiğiniz SSCB iyiydi de neden kadınlar Laleli'ye geliyor, neden bavul ticareti yapıyor" sorusunu bir kadın soruyordu. Oysa Yurtsever'in, soruyu anlamadığı, anlayamadığı ortadaydı; "bakın, SSCB'de işsizlik yoktu, sağlık bedavaydı, tüm halk eğitim almıştı, eğitim bedavaydı, bunlar sosyalizmlerin kazanımıydı." İyi ama kadın zaten bunu soruyordu; "o kadar eğitim almışlar, şahane kazanımlar vardı da neden bunu teptiler, neden istemediler", yani neden o kadar eğitimin, sosyalist bilincin üstüne fahişelik yaptılar, gelip burada bize ıvır zıvır şeyler satmaya kalktılar. Üstelik satmaya çalıştıkları o kadar geri bir teknolojinin ürünleriydi ki mesela Türkiye'de yirmi yaşın altındaki nüfus bu tür eşyaları görünce antika sanıyordu.
Yurtsever bir şeyler açıkladığını sanıyordu; "Fakat bütün bu dedikleriniz, sosyalizm, SSCB yıkıldıktan sonra olmuştu." Bu cevapların tarzı, mantığı, içeriği burjuva siyasetçilerine ait olanlarla öylesine benzerdi ki, soru sahibi haklı olarak üsteledi; "iyi ya neden yıkmaya karar verdiler, ya da yıkılmasına izin verdiler." Soru, biraz önce DSP temsilcisinin kendisine sorulan soruya verdiği cevapta ısrarla belirttiği çoğunluğun, kendisini tek başına iktidara getirmeyen, o döne döne aradığı hatta suçladığı çoğunluğun SSCB'de buna neden karar verdiğiydi. En sonunda Yurtsever soruyu anladı ya da kaçacak bir başka cevap bulamadı; "ajanlar vardı, SSCB'de işbirlikçiler vardı, Gorbaçov'un Batı'da bu kadar sevilmesi boşuna değil, bunlar yıktı." Yani SSCB kadim beka kaygısının Gorbaçov eliyle gerçek olmasının sonucunda yıkılmıştı; dış mihraklar, onların yerli işbirlikçileri. İşte baş belası sorunun en kestirme cevabı buydu. Fakat soruyu soran için bu söylemin oldukça tanıdık olduğu unutuluyordu, devlet sürekli bu söylemle halkı korkutmuyor muydu?Bu söylemle burjuva partiler halktan oy istiyor ve sosyalistleri dış mihrakın içteki ajanı olarak göstermiyor muydu? Üstelik biraz sonra İMF'ye karşı mücadelenin dış mihraka karşı mücadele ve onu savunanların işbirlikçiler olduğunu sosyalistler söylemeyecek miydi?
Sol ve rakipleri
Bir televizyon programında sol, söylemi ve davranışlarıyla rakiplerine bu kadar benzemek zorunda mıydı? Yoksa her zaman aynı tavrı sergiliyor olabilir miyiz? Acaba soruyu soran kadın, Gorbaçov'un 1985'de seçilmeyip o çok inanılan, devrimin koruyucusu parti tarafından iktidara getirildiğini ve 1996'da yapılan Rusya Federasyonu başkanlık seçimlerinde sadece yüzde bir oy aldığını biliyor muydu? Yoksa 'neden halk ya da parti bir işbirlikçiyi seçti yoksa tüm parti mi işbirlikçiydi, halkın partiyi denetleyecek olanakları yok muydu, nasıl bir sosyalizm ki işbirlikçilerin partinin, devletin başına gelmesine fırsat tanıyor' türünden sorular sormaya gerek mi duymadı.
Fakat yıkılmayıp hala yaşayan Küba sosyalizminde neden kadınların fahişelik yaptığı, sosyalizmin biraz döviz için buna engel olmadığı sorusu karşımızda hala sosyalistlerin karşısında duruyor. Neden Küba, Türkiye'de yatırım yapıp puro imalathanesi açıyor? Burada çalışan işçiler ücretli emek sömürüsüyle karşı karşıya değil mi? Elde edilen karlar Küba'ya transfer edilmiyor mu? Bu 'vatanı' Küba sermayesi sömürmüyor mu?
İMF meselesi
Fakat sol sömürenin İMF olduğunu işaret etmekten bir an bile geri durmadı. EMEP, TKP, ÖDP, İP temsilcileri her fırsatta bunu belirttiler. (HADEP'ten emin değilim) Solun anti-İMF tavrı en net olarak TKP tarafından dile getirildi -ki Yurtsever bu noktanın diğer sol partilerle aralarındaki en bariz fark olduğuna işaret etti-; "İMF ile bir kere masaya oturacağız ve borçları ödemeyeceğimizi söyleyeceğiz hatta faiz yüzünden farkı geri isteyeceğiz."
Besim Tibuk ta bunun üzerine İMF'nin Türkiye'nin de üyesi olduğu bir kurum olduğunu önemli olanın böylesine düşük faizle alınmış bir kredinin akılcı kullanılması gerektiğini, çar çur etmenin ya da hortumcuya kaptırmanın bizim kabahatimiz olduğunu, üstelik İMF'ye sunulan son programı bağımsız Türkiye'nin yaptığını, İMF'nin de bunu kabul ettiğini, yani İMF'nin bir suçu günahı olmadığını söyledi.
İMF'ye borç falan ödemeyeceğiz demek oldukça keskin ve farklı bir politika kuşkusuz, ayrıca doğru da. Fakat bunu damdan düşer gibi söylediğinizde hiç bir şey ifade etmiyor, üstelik sizi dinleyenlerin nazarında saçma ve gayri ahlaki görülüyor. Ay sonunu bakkal veresiyesiyle, eş dosttan alınan borçla, kredi kartı harcamalarıyla getiren müzmin bir borçlu olarak yaşayan insanlar için borcunu ödememek gibi bir durum övünülecek bir şey değil ancak utanç vericidir. Aynı insanlar için İMF'den alınan borç da böyle değerlendirilir ve Besim Tibuk ve diğer burjuva siyasetçilerinin yaklaşımı da bunun üzerine kuruludur. Dolayısıyla işçi sınıfının, halkın bizim söylemimizi gayri ahlaki bulmasa dahi imkansız ve yakışıksız olarak değerlendirmesi doğaldır.
"Anticilik"
Solun hastalığı politikalarını değil ya kendini ya da anticiliğini anlatmasıdır. Birbirimize bile önce neye karşı olduğumuzu sorarız, ne önerdiğimizi değil; Sovyetçi misin Mao'cu mu, Troçkist mi, SSCB'nin sınıf karakteri sosyalist mi, işçi devleti mi, bürokratik devlet kapitalisti mi vb?
Ateş Hattı'nda solun yaptığı da buydu; anti-İMF'cilik. Sanki ihale en çok karşıt olanda kalacakmış gibi dönüp dolaşılıp İMF'ye gelindi ve anticilik bir yaygaraya dönüştürüldü. Kırmızı biberin acılığından tat alabilmek için kara biberin tedrisatından geçmek gerekir, yoksa kimse bir daha aynı "işkenceye" katlanmaz. Ya keskin olacağız ya da aman tepki almayalım diye biraz alttan alacağız, bu iki uç arasında salınıp durmaktayız. 'Bu borç bizim borcumuz değil alanlar ödesin' söylemi borcuna sadık halk için daha uygun değil mi? "Biz ödemeyeceğiz, kredi alan, teşvik alan patronlar ödesin." Maazallah iktidara gelirsek de yine biz ödemeyeceğiz. Zaten devletler arası hukukta devletin sürekliliği esas, bizimki ise bir kopuş olmayacak mı? Solculuğumuza dokunulmuş olur mu?
Madem İMF ekonomiyi, ekonomik politikaları belirliyor o halde toplu iş sözleşmelerinde masaya İMF ile işçiler otursun. Sosyalizm işçi sınıfının kendi eseri olmayacak mıydı? Sosyalistlerin çabası politikanın öznesinin kendileri değil işçi sınıfı olması içinse, taleplerimizin ve sloganlarımızın buna yönelik olması gerekir. Aksi halde burjuva siyasetinin dışına çıkamayız, onlar da halka, 'biz en iyisini biliyoruz, projelerimiz var bizin seçin' diyor, sol da. Her zaman yaptığı gibi sol, Ateş Hattı programı boyunca burjuva siyaset alanının içinde kaldı, onun yöntemini izledi ve üslubunu taklit etti. Tek farkımız kendi yazdığımız programları emeğin, işçi sınıfının programı olduğunu söylemek. Eğer bu gerçek olsaydı, işçi sınıfının yazdığı bir program olsaydı barajı aşmak için seçim ittifaklarına gerek olmaz tek başına emek programı iktidar olurdu.
Avrupa Birliği...
Anticilik Avrupa Birliği konusunda da yaşandı, bir farkla; seçim ittifakı yapan EMEP, ÖDP ve HADEP bu konuda farklı düşündüklerini belirtti. HADEP, AB'ye karşı olmadıklarını söyleyebilmek için o kadar ısrarcıydı ki tüm program boyunca ilk defa sırasını bekleyen sabırlı siyasetçi portresini terk etti. Katılımcıların tümü arasındaki farkları ortaya dökmeyi misyon edinmiş Reha Muhtar'da bu ısrarcı tutuma gerekli süreyi verdi. Peki bu neyin ittifakıydı? Solun, kendi arasında anlaşamamasının ittifakı olarak gözükmedi mi? Bir ittifakın aynı seçim propagandasında iki farklı -hatta üç- görüşün olması bazılarına demokrasi olarak, seçim ittifakı olarak görülebilir fakat 'seçmen' için bu, kendisinden, tüm olan biteni anlayacak bir dahi meziyetinin beklenildiği şeklinde değerlendirilecektir. Bunun neresi "reel politika" olabilir? HADEP'e türlü gerekçeler gösterilerek barajı aşması için oy desteği verilebilir, fakat sol, ittifak yapacaksa bunu ancak sınıfsal temelde -eğer sınıf mücadelesi anlayışını terk etmediyse- yapmalıdır ve ittifakın içeriğini de bu anlayışla doldurmalıdır. Aksi halde potansiyel ittifaklar için herhangi bir sınır yok demektir ve ancak böyle bir durumda her kafadan bir ses çıkması anlaşılır olabilir.
Tribünler
Program içinde "tribünler"de oturanlar tartışmanın son bölümünde siyasi parti adaylarına sorular yönelttiler ve zaman zaman kendi fikirlerini, taleplerini ısrarla söylediler ve savundular. Çoğu kere de bu söz almalar siyasetçilerin tümünü bir fırçalamaya dönüştü. Fakat soruları oldukça sade ve acil ihtiyaçlarının hemen karşılanmasına yönelikti. Hiç biri bir anticiliği içermiyordu ve solun kendine bellediği gündemden uzaktı. Ne ABD ve Batı'nın Irak'a olası bir saldırısı ve savaş, ne İMF ne de AB üzerineydi. Sadece bir soru solun anticiliğine tepki olarak AB'ye neden karşı olduğunu sorgulamaya yönelikti. Asgari ücret, işsizlik, emeklinin durumu ne olacak türünden sorular aslında "tribünlerin" gündemini ifade etmeye yetiyordu.
Yaşlı bir kadın, ANAP temsilcisi Ekrem Pakdemirli'ye, daha önce söz alıp DSP'ye veryansın eden genci göstererek "bak 180 milyon maaş alıyormuş, sizin maaşınız nedir" diye sordu. Pakdemirli, kıvırtan bir girizgahın ardından pişkinlikle 'şimdiki milletvekili maaşlarının az olduğunu, Atatürk döneminde milletvekillerine şimdikinden üç kat daha fazla' maaş verildiğini söyledi, fakat ısrarla rakam vermekten kaçındı. Doğu Perinçek te Ata'nın bu uygulamasına teessüf etmedi. İş Mustafa Kemal'e gelince yaşlı kadının sorduğu soru güme gitti. Ne de olsa mevcut maaşlar o döneme göre üç kat daha azmış, üstelik ulusal bağımsızlığın simgesine toz kondurulabilir miydi? Oysamevcut milletvekili maaşlarının asgari ücretin 20 kat üzerinde olduğu ve iki yıl görevde kalan milletvekillerinin, doğrudan bu seviyeden emekli oldukları, bir sürü yolluk vb aldıkları sol tarafından dile getirilmedi. Üstelik bu adaletsizliğin Mustafa Kemal döneminde üç kat daha fazla olduğunu söylenemedi. Söylenemezdi, çünkü solun çok sevdiği "reel" sosyalizmlerde parti yöneticileri ve halk komiserleriyle işçiler arasında benzeri bir gelir adaletsizliğinin olduğunu ve sosyalistlerin buna karşı sessiz kalmakla yetinmeyip, sosyalizm adına bu uygulamayı savunduğu gerçeği Besim Tibuk ya da Ekrem Pakdemirli tarafından solun yüzüne vurulabilirdi. Solun en azından bundan dolayı yüzünün kızarması beklenebilirdi doğrusu.
Türkiye Cumhuriyeti milletvekillerinin maaşlarının yüksekliğinden şikayet eden ve kendi ücreti karşısında bunu bir adaletsizlik örneği olarak gören bir işçiye, Komünist Parti ve devlet aygıtı yöneticilerinin maaşları konusunda benzer bir durumun yaşandığı "reel" sosyalizmin insanlığın bir kazanımı olduğu nasıl anlatılabilir ki? Fakat başta SSCB olmak üzere tüm "reel" sosyalizmlerde bu adaletsizliğin yasal ve "sosyalizm" haline gelmesinden önce Sovyet delegeleri ve yöneticilerin durumu çok farklı idi.
Ortalama işçi ücretine eşit milletvekili maaşı
1917 Ekim devriminin sonrasında halk komiserleri, müsteşar, danışman ve yönetici mevkilerindekilerin ortalama işçi ücretinden daha yüksek maaş alamazlardı. Üstelik Bolşevik Partisine üye olup da bu görevlere gelenlerin üye olmayanlara göre en az yüzde on daha az maaş almaları bürokrasiyi önlemek için parti içinde bir kural haline gelmişti. Bu deneyim ve gelenek bugünkü talepler için yol göstericidir. Solun, milletvekilleri maaşlarının ortalama işçi ücretinden fazla olmaması talebi, hem o yaşlı kadın hem de "tribünler" tarafından kabul görmeyecek miydi? Üstelik bu talep sosyalistlerin bir icadı değil sosyalizmi bizzat kendi eseri kılacak olan işçi sınıfına ait bir tedbirdir. Fakat "reel" olan sosyalizmler bunu aşmış, yerine bugün kazanım olarak sunulan, gerçekte ise kapitalist dünyada yaşananlardan, adaletsizliklerden farklı olmayan bir efsane yaratmıştır. Sol en azından yönetici, partili, milletvekili maaşları, ayrıcalıkları vb. üzerinden bunu sorgulamaya mecbur değil mi? Sol, cevap bulsun ya da bulmasın "tribünler" bu soruyu daima sormaya devam edecektir.
Günlük ihtiyaçlar gündem dışı
Solun temsilcileri, "tribünlerin" işaret ettiği günlük, acil ihtiyaçlar üzerinden bu tip talepleri dile getirmeyi asla denemediler bile, çünkü biz işin aslının İMF, emperyalizm, kapitalizm olduğunu biliyoruz ya illa insanları alim yapacağız. Programın sonunda Saadet Partisi temsilcisi kendisine fazla söz verilmediği için bari partilerine ait İnternet sitesinin anonsunun yapılmasına izin verilmesini istedi ve tüm gençlere bu adresten parti programlarını okumalarını emretti. Solun temsilcileri de Politzer'in Felsefenin Temel İlkelerini ya da İlkel, Köleci, Feodal Toplum vb. kitapları tüm halktan okumalarını rica etseler iyi olurdu.
TKP, komünist adıyla seçime katılmanın ne kadar önemli olduğunu vurguladı, SSCB'de sosyalizmin halk tarafından neden istenmediğini işbirlikçileri bağlarken komünist sözünün önemsiz olduğunu kanıtladı. HADEP, demokrasinin Türkiye'ye nasıl ilaç gibi geleceğini söylerken aslında kendi mücadelelerinin değil de AB'ye girilmesinin ilacın reçetesi olduğunu fısıldayıverdi. ÖDP ise anlaşılmaz bir özgürlük tanımı etrafında döndü durdu ve sanki insanlar klasik Marksist partinin ne olduğunu biliyormuş gibi klasik bir Marksist parti olmadıklarını söylerken YTP'nin kendisine ait 'yeni'nin ne olduğunu bir türlü açıklayamamasına benzer bir duruma düştü. EMEP bir yerlerde işçilerinin kendisinin bile haberi olmadığı bir emek programının hayata geçirileceğini, İP ise kendileri tarafından Ecevit'ten eski Genel Kurmay başkanlarına kadar ulusal güçleri simgeleyen şahsiyetlere bir ittifak çağrısı yapıldığının ve bundan böyle nicedir söyleye geldiği ulusalcı programın hayat geçirileceğine tanık olacağımızın müjdesini verdi. Bunun en iyi yanı muhtemelen artık milletvekili maaşlarının Mustafa Kemal dönemini aratmayacak bir seviyeye ulaşması olacaktır.
Şimdi kime oy verelim?
Sanırım bu yazıyı okuyacakların bir kısmı Ateş Hattı'nı izleyememiş ya da izlemeye gerek duymamıştır. Böyle daha pek çok televizyon programı olacaktır. Bence kendini solda tanımlayan herkes böyle programlardan en azından birini izlemelidir. Sol kimliği dışındaki örgütsel aidiyetlerini ve/veya sempatisini bir an için bir kenara koyup bir birey olarak kendi yaşamları hakkında solun neler önerdiğini değerlendirerek, sol partilerimizden herhangi birine oy verip vermeyeceklerini düşünmelidir.
Sol adına konuşan parti temsilcilerini seçimleri kazanmış olarak kabul edip, bu temsilcileri bir belediye başkanı, muhtar, meclisteki bir milletvekili ya da bakan olarak düşleyin, programlarını gerçekleştirirken düşleyin, toplu sözleşmeyi sizinle pazarlığa bağlayacak bir yetkili ya da mahallenize park yapacak vb. bir kişi olarak düşleyin, hayat güzelleşiyor, zenginleşiyor mu? Oyunuzu kime verirdiniz? (ST/EK)