Yaratıcı oyun zekâsı diye bir kavram varsa bunu başarı ile kullananlardan biriydik bizler, yuva ve yurt çocukları olarak. Yaşadığımız sıkıcı anlardan kurtulmak için ya hemen o an da bir oyun yaratırdık ya da daha önceki sıkıcı zamanların ürünü olan oyunları oynardık. Aslında bunlara pek oyun demek doğru mudur bilemiyorum ama o zamanlar öyleydi. Kendi içinde kuralları olanlar bile vardı.
Cesaret gösterisi
Cesaret gösterisinde bulunmak bizim için önemliydi. O yaşlarda bir çocuk arkadaşlarına karşı bir üstünlük sağladığında onun adı akranları arasında öne çıkıyordu. Yuvanın çevresini saran korkuluk demirleri üzerinde yürüme oyununda, yerden bir buçuk metre yükseklikte bulunan demir korkuluklar üzerinde ellerimizi iki yana açarak cambaz gibi yürürdük. Korkuluk demirleri üzerinde en uzun mesafeyi yürüyen başarılı sayılırdı. Demirlerden düştüğümüz çok olur ancak büyük oranda yaralanan olmazdı.
Bu tür cesaret gösterisi sayılan oyunlar arasında salıncaktan atlama yarışında bir yaralanma oldu. Salıncak, zincirlerinde tutularak ayakta en hızlı şekilde sallanır ve mümkün olduğu oranda en uzağa atlanmaya çalışılırdı. Bir nevi uçarak uzun atlama yarışı da diyebiliriz. Yuvanın arka bahçesinde bulunan parkta yapılan salıncaktan atlama yarışında Uğur diskalifiye olmuştu. Uzun süre salıncağı sallayan Uğur, aşağıda kendisini bekleyen ve ne kadar uzun mesafe atlayacağını kontrol eden hakem heyeti olan bizlerin gözü önünde hızla sallanan salıncaktan ellerini bırakarak uçtu, uçtu ve yere çakıldı. Biz onun ne kadar mesafe kat ettiğini görmeye çalışırken Uğur acı bir feryadı gökyüzüne doğru salıverdi. Bacağı diz kapağının altından kırılmış ve deriyi yırtarak dışarı fırlamıştı.
Çocuklardan birisi hemen bir el arabası getirdi. Ağlayan ve acıdan kıvranan Uğur’u karga tulumba el arabasına yerleştirdik ve yuvanın ön tarafına doğru götürdük. Bu arada dalgacı İbrahim el arabasının arkasından ambulans gibi siren efektleri yapıyordu.
Bu tarz yaralanma olaylarının ders olduğunu, diğer çocukları caydırdığını söylemek mümkün değil, zira Uğur el arabasında tedavi olması için taşınırken salıncaktan en uzağa atlama yarışı diğer çocuklar arasında devam ediyordu.
Sidik yarışı, gaz çıkarma...
Erkek çocuklar arasında sidik yarışı yapmak oldukça keyifli olurdu. Üç beş arkadaş yan yana askerler gibi dizilerek sidik yarıştırırdık. Hüseyin ile Galip bu işi abartmış ve yatak odasının camından bu yarışa tutuşmuşlar ancak yaptıkları nöbetçi öğretmen tarafından görülünce de fena haşlanmışlardı.
Sidik yarışının muadili tükürük ve balgam fırlatma oyunuydu. Kural basit en uzağa tükürmek. Bu işi Halil iyi kıvırırdı. Dişlerinin arasından ince bir çizgi gibi fırlattığı tükürük birkaç metre öteye giderdi.
Gaz çıkarma oyunu oynayanınız var mıdır bilemem ancak kuru fasulye ve nohut gibi yemeklerin çıktığı günlerde arkadaşlar canavar düdüğü gibi öterdi. Bir yandan gaz çıkarır bir yandan da sırt üstü yatıp kahkahalarla halimize gülerdik. Çocukluk işte…
Çocukların bir birini etkilemeleri için diğerinden farklı bir davranışta bulunması yeterliydi. Mesela Fazlı’nın yapmış olduğu tehlikeli bir iş olan çıplak elektik kablosuna dokunmak bir oyun haline getirildi. Aslında buna oyun demek pek doğru değil, zira ergenlik çağının başlangıcında cesaret gösterisi ve arkadaş grubunu taklit etmek gibi temel nedenlerden kaynaklıydı ancak o zamanlara yaptığımız davranışların böyle açıklamalarını yapacak bilgi donanımımız yoktu. Sadece karşılaştığımız her durumdan oyun ve eğlence çıkarmaya çalışırdık. Elektrik kablosunu tutup silkelendiğimde ben de arkadaş grubumuzda ki diğer çocuklar gibi sınavı geçmiş ve arkadaşlarımın takdirini toplamış oluyordum.
Sinek yakalama ve yakalanan sineklerin kanatlarını kopararak duvarda sinek yarıştırma zararsız bir oyun türüdür. Bu oyunda uyguladığımız yöntem, mümkün olduğu oranda en büyük karasineği yakalamak ve kanatlarını yolmaktı. Jokeylerin yarış atlarını koşturmaları gibi biz de sineklerimizi pistte koştururduk. Sineği öne geçen çılgınlar gibi bağırır, arkada nal toplayan ya da kulvar dışına çıkan sineğin sahibi ise sövmeye başlardı. Oyunsa oyun diyebileceğim oyunlardan biriydi.
Araba saymaca
Mesai saati dolup çalışan personel evlerine gittiklerinde yuvada/yurtta ikinci hayat başlardı. Gündüz hayatından farklı ve kendine özgü kuralları ve yaşantı biçimi olan bu zaman diliminde kendi kendimizi bir şekilde eğlendirmemiz ve sıkıntımızı atmamız gerekiyordu. Bu ve benzeri oyunları oynamasaydık sanırım kendimizle daha çok baş başa kalacak ve sürekli kendimizi dinlemekten öteye gidemeyecektik. Belki yaramazlık belki biraz arsızlık boyutunda oluyordu oyunlar ancak temelinde kendimizden uzaklaşma yatıyordu.
Her günü birbirinin aynı monoton kurum yaşamının dışına çıkmamızı oyunlar sağlardı.
Oyunsa, oyun grubunda üzerinde durmak isteğim bir oyun daha var: Araba saymaca. Yuva, çift şeritli ana yol kenarındaydı. Yola bakan giriş kapısının korkulukları üzerine tırmanır otururduk. Yolun yuva tarafında olan bölümü yuva yolu, diğer tarafı ise okul yolu olarak adlandırılmıştır ve bütün çocuklar için bu terimler geçerlidir. Hatta bu yolların kime ait olduğunu belirlemek için kimi zaman kura kimi zaman ise sayışma yöntemlerine başvurulurdu.
İki kafadar başlardık kendi yolumuzdan geçen arabaları saymaya; bir, iki…yetmiş dört. Yoldan geçen arabaları da karşılaştırırdık. Benim yolumdan Mercedes geçti gibi laflarla diğerine üstünlük taslardık.
Arabalar bizim için özlenen varlıkları getirecek nesnelerdi ancak o kadar saymamıza rağmen hiç biri durmaz ve yoluna devam ederdi. (İAD/EÜ)
* Sosyal Hizmet Uzmanı İlyas Ali Daştan'ın yazısını sosyalhizmetuzmani.org sitesinden alıntıladık.