1128 akademisyenin imzaladığı bildiri neden bu kadar büyük gürültü çıkardı? 150 binden fazla akademisyen olan bir ülkede yüzde 1’e bile ulaşmayan sayıda akademisyenin imzaladığı bir bildiri üzerinde neden hala tepiniliyor? Önce Cumhurbaşkanı, ardından Başbakan diline dolamasa ve dolayısıyla emirlerindeki medya üzerine gitmese hiç de o kadar dikkat çekmeyecek bir imza kampanyasının siyasi gündemin merkezine oturmasının nedeni ülkenin bir tür savaşta olmasıdır.
1128 akademisyen bu savaşa ilişkin bir şey söylediği için orantısız bir güçle üzerlerine gidildi ve “cephe gerisi”nin sağlam tutulması için, yargı, medya ve üniversite dahil, bütün güçler harekete geçirildi. Kürt şehirlerindeki gerçek durum başka türlü olsa bu kadar şiddetli bir tepki gösterilir miydi? Herkes bilir ki, bir tartışmada kim bağırıp çağırıyorsa o haksızdır, düşüncelerine güvenmediği için kavga çıkarmaya çalışır. İktidarın yaptığı bundan başka bir şey değil.
“Savaşın ilk kurbanı gerçeklerdir” diyen Churchill bir kez daha haklı çıkarken 1128 akademisyenin bu adımının belki de yavaş yavaş dolmakta olan bardağı taşıran son damla olduğundan endişelendi iktidar. Çünkü aylardır yürütülen “Çöktürme Harekatı” iç savaş manzaraları sergilerken özellikle Türkiye’nin ve aynı zamanda dünyanın Batı’sından pek ses çıkmaması çok önemliydi; ama bir tür destek anlamına gelen bu sessizliğin ne kadar süreceği de belirsizdi. Dolayısıyla 1128 imzalı bildiri bardağı taşıran damla olur da bu sessizliğe son verirse, şimdiye kadar konuşmayanlar konuşmaya, muhalif sesler duyulmaya başlarsa cephe gerisi karışır ve savaş sürdürülemez hale gelebilirdi. Onun için akademisyenlerin üzerine bu kadar ağır bir şekilde, tanklarla şehirlere girildiği gibi gidildi.
“Çöktürme Harekatı”
Oysa fikirlerin tartışılması mümkün olsa örneğin HDP İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün Başbakana soru önergesi olarak da yönelttiği “Çöktürme Harekatı” üzerine konuşma, tartışma olabilirdi; hani daha hendeklerin falan ortada olmadığı 2014 Eylül ayından itibaren hazırlandığı ileri sürülen bu plan, doğru mu, yanlış mı, bugünkü gelişmeler o plana uygun mu gidiyor, diye tartışma yapılabilirdi.
Kürkçü tarafından Davutoğlu'na yöneltilen soru önergesinde şöyle deniyor:
“Basına yansıyan bilgilerde, hükümetinizin talimatıyla Eylül 2014’te Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nca hazırlanarak Genelkurmay Başkanlığı’na sunulan ve “Genelkurmay Strateji Plan Dairesi, Strateji Şube Müdürlüğünün “Çöktürme” planı adını verdiği “gizli” ibareli eylem planının hazırlandığı iddia edilmektedir. Bu savaş simülasyonunun Sri-Lanka hükümetinin Tamil ülkesinin bağımsızlığı için mücadele eden Tamil Kaplanları örgütüne karşı uyguladığı yok etme harekâtı modelinin Türkiye’de de Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) karşı uygulanmasını hedef aldığı iddialar arasındadır.
Basında yer aldığına göre bu planda:“Özel Polis Kuvvetleri ve özel askeri komandolar eşliğinde, ordu güçleri şehirleri kuşatarak, mahallelere ve yerleşkelere operasyonlar düzenleyecek. Saldırıların komuta merkezi il Jandarma Komutanlıkları olacak, gereklilik halinde helikopter ve yine gerekirse savaş uçakları İl Jandarma Komutanlığı emrine verilecektir. Ablukaya alınan yerleşkelerde, yaşamsal alanlar tahrip edilerek geri dönüş koşulları ortadan kaldırılacak. Kitlesel imhalar, tutuklama ve boşaltmalarla yerleşkeler huzura kavuşturulacaktır. Yapılacak bastırma operasyonlarında 10 bin ila 15 bin imha, 8 bin civarı yaralı, 5-7 bin arası tutuklama, bombalanmış küçük ve büyük yerleşim alanlarında 150-300 bin civarı insanın yer değiştirmesi planlanmakta…”
Başbakan tabii ki bu önergeye cevap vermedi. Haftalar önce basına sızan ama ana akım medyada hiç yer almayan, üzerine hiç kalem oynatılmayan bu planın uygulanmasına devam edilebilmesi için “ihanet, alçaklık, şerefsizlik…” diye bağırıp çağırmak, savcıları harekete geçirmek gerekiyordu, öyle de oldu...
Ama her şeye rağmen cin şişeden çıktı. 1128 imza sayısı yaklaşık iki misli artarak 2112'ye ulaştığında sona erdiği açıklandı ama bu arada yeni bildiriler hazırlanırken akademinin uluslararası camiası da ses vermeye başladı.
Bildiri muharebesi…
Doğrusu şu ki, iktidar “bildiri muharebesi”ni kaybetti; alt tarafı bir bildiriye imza koyan akademisyenlere bütün dünyanın gözü önünde böyle saldıran, bu tarzda muamele yapanlar kuşatılmış şehirlerde neler yapıyordur acaba sorusunu herkese sordurdu. Onun için kaybetti. Kan banyosundan söz eden mafya şefleri dururken akademisyenlerin kapısına polisler dayandığı için kaybetti. Erdoğan'ın eski basın sözcüsü Akif Beki Hürriyet’teki köşesinde ve CNN’deki programında bir telaşla bu gerçeği iktidara anlatmaya, 1990’larda DGM’ye karşı mücadelenin nasıl haklı ve sonuçta başarılı olduğunu hatırlatmaya çalıştı ama nafile...
Öte yandan, bildiri muharebesi kaybedildi belki ama iktidar açısından bir “düşman” daha kazanıldı, üstelik "aydın" denilen insan türünden pek de hoşlanmadığı bilinen muhafazakâr kitle gerektiğinde kışkırtılarak, okşanarak bu düşmana karşı harekete geçirilecek ve saflar sıklaştırılmaya devam edilecek. AKP iktidarının böylesi düşmanlara ihtiyacı var; çünkü uzun bir zamandır fikir tartışmasını, sakin ve soğukkanlı bir şekilde konuşulmasını istemiyorlar. Kendilerine ait medyada kendi kendilerine konuşmakla yetinen, oradan da kendilerini eleştirenlere küfür ve tehdit yağdıran, daha da olmazsa tutuklanıp hapse gönderilmelerini sağlayan iktidar savunucuları bir entelektüel güce, özgüvene sahip değiller. Erdoğan “ihanet, alçaklık…” diye başladığında ortalık karışıyor ve artık kim en iyi hakareti yapacak yarışı başlıyor. Bunun bilerek, kasten yapıldığına kuşku yok. Çünkü böylece kavga çıkınca herkes safını belirliyor ve fikirler değil yumruklar konuşmaya başlıyor. Yıllardır süren bu tavır seçmen çoğunluğunu da tehdit altında olduğuna ikna edip seçim de kazandırdığına göre siyasi olarak AKP'nin işine yarıyor herhalde ama ülkenin sorunlarını tartışılamaz hale getirmesinin yol açtığı zarar-ziyan hesaplanamaz boyutlarda…
Bu yöntemlerle sağlanan kutuplaşma ve saflaşma sonucunda hiçbir şey konuşulup tartışılamaz olmakla kalmıyor iktidarda olan, devletin gücünü kullanma ayrıcalığına sahip olan kendi hedeflerine doğru ilerlemekte zorlanmıyor. Kavga çıktıkça ve ortalık karışıp “huzur, güven ve istikrar” tehlikeye girdikçe daha güçlü bir otorite arayışına giren yığınların karşısında Tayyip Erdoğan’dan daha iyi bir otorite adayı, seçeneği olabilir mi?
Nitekim Temmuz ayından bu yana olan biteni sadece Kürt hareketini bastırma çabası olmaktan da ötede “Yeni Türkiye”nin kuruluş sürecinin yeni bir aşaması, daha doğrusu son aşamalarından biri olarak da görmek gerekir. Yapılan “oyun planı” bu aşamada böyle bir çatışma ve saflaşma öngörüyor, daha sonrasında anayasa çalışmalarının tıkanması ve erken seçim var.
Seçim gündemde
Savaş ortamının şu veya bu şekilde devam ettiği süreçte elbette yeni bir anayasa falan yapılamayacaktır. HDP’nin ve bu arada iç sorunlarına gömülen MHP’nin en güçsüz olduğunu düşündüğü bir anda Erdoğan’ın "anayasa yapılamıyor" diyerek seçime gitmeyeceği söylenebilir mi?
Bu yılın sonuna doğru bir seçimin gündeme gelmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır ve bunu belirleyecek olan Erdoğan’ın yürüteceği anayasa kampanyası sırasında “halkla arama konferansları”nın ortaya çıkaracağı tablodur. Beş yüz bin kişiyle görüşmekten, anket yapmaktan söz eden Erdoğan kendini güçlü hissettiği an durur mu, elbette 400 milletvekilinin peşine düşecektir. Barajın altına itilecek bir HDP ve belki de iç çatışmaları dolayısıyla baraja takılacak bir MHP, Erdoğan’a hayal ettiği o 400 milletvekillini sağlayabilir. Eğer Erdoğan’ın “oyun planı” istediği gibi gider de sonuca ulaşırsa bunun ülkeye huzur ve istikrar getirmesi beklenemez. Tam tersine o 400 milletvekili ile yapılacak anayasanın ve yeni rejimin toplumsal meşruiyeti çok tartışmalı olur ve yeni çatışmaları davet eden çok tehlikeli bir sürece girer Türkiye; ancak Erdoğan’ın bütün bunları göze almadığı söylenemez. Siyasal ve toplumsal güç dengeleri, AKP içindeki ilişkiler ve devlet içindeki ayrışmalar, uluslararası güç dengeleri ve ilişkileri bütün bu süreçte nasıl bir rol oynayacak ve Erdoğan’a ne kadar yol verecek belli değil ama bugün için en sorunlu görünen cephe parlamentodaki siyasal muhalefettir.
İç sorunlarına gömülmüş, çatlamış bir MHP; beş yılda yedi seçimi kaybetmiş Kılıçdaroğlu’ndan başkasını bulup çıkaramayan bir CHP ve savaş ortamında sesi kısılmakla kalmayıp tecrit edilen ve düşmanlaştırılan bir HDP… Siyasal muhalefet toparlanıp Türkiye’nin önüne yeni bir seçenek, yeni bir ufuk koyabilir mi?
Kanla değil farklı düşüncelerle banyo yapabilirsek başka bir dünya, başka bir ülke inşa edilebileceği fikri yaygınlaştıkça kan banyosundan yana olanlar kaybedecektir. Bu hakikati siyasetin diline, örgütlenmesine ve mücadele biçimine dönüştürmek için çok fazla vakit yok... Ya gerçekten yeni ve farklı bir Türkiye vaadinde buluşulacak ya da batmakta olan gemide orkestra “Show must go on” diye çalmaya devam eder ve insanlar dans ederken denizin dibini boylayacağız! (SÖ/HK)
* Fotoğraf: Anadolu Ajansı - Cizre