Nota Bene Yayınları kanun hükmünde kararnamelerle ihraç edilen Barış Akademisyenleri’nin hikayelerine yer verdiği “Akademisyenlerden KHK Öyküleri” adlı bir kitap yayınladı.
Kendisi de ihraç edilen barış imzacılarından olan Prof. Dr. Kuvvet Lordoğlu’nun derlediği kitapta 15 akademisyen 15 hikaye anlatıyor.
Lordoğlu kitabın yazılış sürecine dair şöyle yazıyor kitabın önsözünde:
“Bu öykü kitabı aramızdan birinin kendi hikayesini anlatmak derdiyle yola çıkması ile başlayıp yolda 15 öyküye dönüşmesi ile devam eden bir süreçti. Bizim bilindiğini sandığımız ‘Ama hayır, biz siz ne yaşadınız, yaşıyorsunuz bilmiyoruz ve size bu yaşatılanların ucu bize de dokunuyor, siz bunun farkında mısınız? Anlatın bize bunları!’ uyarısı ile şekillendi. Dayanışma kanallarından ve sendika ağından duyurular yapılıp, katkı sunmak isteyenler tespit edildi. Ki bu kişilerden bazıları, çok istemekle birlikte yazarken, yaşadıkları travmaları tekrar kaldıramayacağını söyleyerek yazmaktan vazgeçti. 15 kişi olarak çıktık yola; İstanbul’da olanlar iki haftada bir buluşup atölye çalışmaları şeklinde Haydarpaşa Garı, Kadıköy sahil manzarasında sıcacık çaylarımızı yudumlayarak ve çayın yanında olmazsa olmazlardan olan simit peynir eşliğinde üstüne keyifli sohbetlerimizi de eklediğimiz toplantılar yaptık.
Arkadaşlarımızın bir kısmı sadece öykülerini gönderdi, toplantılarımıza katılamadı. Bugüne kadar çok azımız bir öyküyü kaleme almıştı ama hepimizin birden çok bilimsel makale yazma deneyimi vardı. Öykülere başlarken duyduğumuz kaygılar ortak idi. Bu nedenle öykülerimizin bir mağduriyet metni haline dönüşmemesi için olabildiğince geniş bir açıdan bakarak yazmaya çalıştık. Yazarken mümkün olduğunca soğukkanlı olmaya da çalıştık; sonuçta “bizler hayatın içindeyiz ve içinde kalmaya devam edeceğiz”.
Kitapta Didem Dayı “Ağlamıyorum Gözüme Toz Kaçtı”, Ahmet Özdemir Aktan “Barış Olmadan Hekimlik Olmaz”, Serdar Ulaş Bayraktar “Bir İhracat Öyküsü”, Filiz Arıöz “Hâlâ Şaşırmaya Devam Ediyorum İnatla Kabullenmemek İçin Belki de...”, Kuvvet Lordoğlu “Kötü Zamanlar”, Ferda Fahrioğlu Akın, “Kar Hapishanesi”, Cenk Yiğiter “Bir KHK’lı Akademisyenin Son Dört Yılından Fragmanlar”, Özgür Müftüoğlu “Barış Kaderimizdir”, Tolga Tören “Nasıl Akademisyen Kalamadım”, Nilay Etiler “Unutmak İstediğim Şeyler”, Mustafa Oğuz Sinemillioğlu “Mecburen İstanbul”, Hafize Öztürk Türkmen “Barış Diyenler Yanartaş’ın Ateşinde”, Nejla Kurul “Olayın Çağırdığı Ben/Biz Hakkındadır”, İbrahim Kaboğlu “Barış İmzacıları Davası” adlı anlatılara imza atmış.
bianet olarak Gül Koksal’ın “Oyun Daha Bitmedi Kürsüyü Terk Etmiyoruz!” başlıklı anlatısını paylaşıyoruz.
* * *
Çocukluğumdan beri okumayı ve araştırmayı tutkuyla sevdim. Daha okuma-yazma bilmeden babamın müzik defterlerine karalamalar yaparmışım, sanki yazıyormuşçasına. Çok iyi hatırlıyorum; ilkokula başladığımda her cuma akşamı, edinebildiğim on altı sayfalık küçük kitaplar hemen bitmesin diye yavaş yavaş okurdum. İlk gençlik yıllarımın yazları, annemin arkadaşlarının kütüphanelerine
erişmek için onun peşine takılmakla geçti. Kitaplar içinde zamanı unutur, geceleri küçük bir el feneri eşliğinde sabahı ederdim.
Size komik gelebilir ama oldum olası en büyük hayalim temel ihtiyaçlarımı giderebildiğim kamusal bir kütüphanede tam zaman yaşamaktır. Oraya gelen araştırmacılarla birlikte düşündüğüm, düşlediğim, uzun saatler tartıştığım bir ortamda kalan ömrümü geçirmeyi ne çok isterim. Görkemli, güzel kütüphane görüntülerine bakıp da iç geçiren bir tipim yani.
Bir düşünsenize, merak ettiğiniz her kitap elinizin altında, satın almak, kişisel kütüphane oluşturmak, bunun için yeni yerler ayarlamak zorunda değilsiniz. Her yeni çıkan kitaba, bilumum eski kitaplara istediğiniz gibi erişebiliyorsunuz ve tek işiniz sadece okumak, düşünmek, düşlemek, tartışmak ve yazmak.
Sanırım bu doymak bilmez iştahım yüzünden akademik ortamda araştırma yapmaktan başka bir şeyle uğraşmayı düşünmedim şu hayatta. Ucunda soru sormanın, merakı canlı tutmanın, keşfetmenin ve insanı dinç tutan, içinde kelebekler uçuran heyecanın peşine düştüm hep. İlkokulla başlayıp aralıksız süren okul hayatım boyunca yaptığım tüm mesleki ve sair etkinliklerimin bir ayağı teoriye, araştırmaya, eleştiriye dayandı. Tam da bu nedenle, özünde severek yaptığım kamu görevinden atıldığımı öğrendiğim 1 Eylül 2016’da, bir gazete röportajında şunları demiştim:
“Devlet bize maaş verdiği için akademisyen değiliz. Biz araştırmaya, kamu yararına üretmeye devam edeceğiz. Kamu biziz. Okullarımıza dönene kadar da kendi akademik ortamlarımızı yaratacağız...”
Hep öyle değil miydi zaten? Tutkuyla sevdiğimiz işimizi yapıyorduk, okuyor, inceliyor, araştırıyor, yazıyor ve öğrendiklerimizi, geliştirdiklerimizi ilgili kişilerle paylaşıyorduk. Yaptığımız çalışmalar elbette kamu yaramaydı. Devlet de bize belirlediği bir maaşı ödüyordu. Belki tüm akademisyenler böyle değildir, bilememama bildiğim, tanıdığım tüm atılmış akademisyenlerin böyle olduğudur. Kocaeli Üniversitesi’nden (KOÜ) birlikte atıldığım meslektaşlarım ya Eğitim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) ya da Sağlık Emekçileri Sendikası (SES) üyesi olup, eğitim-bilim-sağlık üzerine çaba gösteren, memleketin, dünyanın derdini kendine dert edinen emekçilerdi. KOÜ’nün durumunu eleştirel bir şekilde mesele eden Nasıl Bir Üniversite İstiyoruz (NBU)” oluşumunun üyeleriydik. Üstelik işimizi de büyük bir ciddiyetle yapıyorduk.
Kamu kaynaklarından aldığımız burslarla okumuş, yurtdışında bir sürü araştırmaya, projeye gönderilmiştik. Ödüller verilmişti bizlere hatta son on yıldır çalıştığım KOÜ’de ulusal ödüllü bir tarihi eser/mimari proje ve uygulamam için, dönemin rektörü kendi eliyle başarı ödülü vermişti bana.
Gerçi aynı rektörle aramızda şöyle tuhaf bir diyalog da geçmişti: 2013 yılı sonlarıydı. Fulbright bursunu kazanmıştım ancak dönemin Mimarlık Fakültesi Dekanı, fakülte yönetim kurulunu toplamış gibi yaparak evrakta sahtecilik yoluyla bana yurtdışı izni vermemişti. Ben de kendisine dava açmak zorunda kalmıştım ve fakat öğrenmiştim ki davayı ilgili dekana değil de en üst idari amire ve kuruma açmam gerekliymiş.
Bu vesile ile öncelikle dönemin rektörüne gidip durumu anlatmak yolunu tercih etmiştim. Rektör görüşmede bana;
“Siz solcular zaten yakıp yıkmayı bilirsiniz” deyince şaşkınlıkla kalakaldığımı hatırlıyorum. Benim bir mimar olarak uzmanlık alanım kültürel miras ve koruma olduğu için o şaşkınlıkla; “Ama ben yıkmıyorum ki, koruma uzmanıyım,” demiştim.
Aklıma geldikçe hâlâ gülümserim bu saf yanıtıma. Peşine eklemişti hemcinsim rektör;
“Kadınların önünü açmak isterim, ama senin gibi isyankâr olanların değil, dava aç istersen.”
O zaman çok iyi ayırdına varmıştım ki, dekanlar, rektörler, kurdukları mikro iktidar alanları olan kurumlan kendi evleri, bizleri de aileleri gibi görüyorlardı, kol kırılır, yen içinde kalanından...
Rektörün bu tutumunun bir nedeni de şuydu aslında; Trabzon’dan çocukluk arkadaşı olan ve kendi elleriyle fahri doktora unvanı verdiği, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın TOKİ eliyle kentlere yaptığı tahribatı eleştiren bir metni hazırlayan ve basın açıklaması yapanlardan biriydim. Üstelik haklıydık da. Bu görüşmenin hemen peşine, 17 Aralıkta (2013) yolsuzluk ve rüşvet operasyonları oldu ve Bayraktar’ın oğlu bir sürü bakanın oğullarıyla birlikte gözaltına alındı. Erdoğan Bayraktar ise, katıldığı bir canlı yayında, “Soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan’ın talimatıyla yapıldı. Başbakan’ın istifa etmesi gerekir,” diyerek bakanlık ve milletvekilliğinden istifa etti (Dönemin başbakanı, bugünün cumhurbaşkanı oluyor). Kısa bir süre sonra Bayraktar sözlerini geri aldı. Ben ise, bu süreçte ne yolumdan şaştım, ne kandırıldım, kendi aklımla koruma alanında bir sürü yayın yaptım, uygulamada yer aldım.
Özetle KOÜ’de yüzüm ne dekanlardan, ne de rektörlerden yana güldü. İstisnasız çalıştığım tüm idari amirler -kadın ya da erkek, fark etmez- sağ olsunlar eril bir tahakküm kurma konusunda güç yarışma girdiler. Bu eril tahakküm dünyasında, duruşu olan genç sayılabilecek bir kadınsanız çok daha fazla tehdit olarak görülüyorsunuz. İktidar koltuğu mu bozuyor insanı bilemem, ama sanırım sorun, makro iktidarları besleyen mikro iktidarların güç sarhoşluğunda yatıyor olsa gerek. Arendt’in deyişiyle “kötülüğün sıradanlığı” gayet yaygın ve bize de hep direnmek düşüyor...
“Yakıp, yıkan solculuktan”, “tehlikeli -terörist- akademisyen” mertebesine KOÜ’nün son rektörü ile ulaştık. YÖK’e yollanan KHK listesine barış imzacısı olan bizlerin adını yazan ve tüm senatörlere imzalatan Rektör, Cumhurbaşkanı ile yakın ilişkisini ve partili olduğunu açıkça gösteren bir kişiydi. Her zaman olduğu gibi, gelen rektör gideni aratmadı, sadece yeni gelenin bağlı olduğu siyasi iktidar daha kuvvetlendiği için, bu rektörün eli daha güçlü oldu.
Peki, şimdi ne değişmişti de, ödüllü bir mimar, kabul gören bir meslek insanıyken birden kamu adına “tehlikeli” biri oluvermiştim ve okuldan atılmıştım?
Nedeni basitti; 11 Aralık 2016’da kamuoyu ile paylaşılan “Bu Suça Ortak Olmuyoruz” başlıklı barış talebi metnini imzalamıştım. Yani biz, barış istediğimiz için çalıştığımız kamu kurumlan ve öğrenciler için tehlikeli olmuş ve odalarımızdan, derslerimizden, kürsülerimizden, araştırmalarımızdan atılmıştık. Bir diğer deyişle yaşamı savunduğumuz ve bunu açıkça dile getirdiğimiz için cezalandırılmıştık...
Dünyanın neresinde barış istemek bir suçtur sizce? Kim savaş ister, savaşı teşvik eder? Hükümet neden ucunda kan, gözyaşı, sakatlık, kayıp ve hatta ölüm olan bir eyleme karşı çıkmak, bunu durdurmak yerine barış talep edenleri karşısına alır? Savaştan kim “beslenir”? İnsan evladı ürettiği tüm kültürel değerleri tahrip ederek ne “kazanır”? Biz bilim insanları ölümler karşısında nasıl sessiz kalırız? Bilim itaatle olur mu? Susmak, suçun bir parçası olmak değil midir? Sadece kendimizi korursak nasıl insan kalırız, onurumuzu koruruz? Savaşa dur demek, bunun için hükümeti uyarmak, düşünceyi ifade etmek bir suç mudur? Neden bu ülkenin bir bölgesinde sürekli savaş var? Coğrafya kader midir? Başkalarının acısı üstüne mutluluk, huzur kurulabilir mi? Daha o kadar çok soru var ki...
Bu soruları ve nicelerini sormanın, yanıtlarını kamuoyuyla paylaşmanın ve tartışmaya açmanın, biz bilim insanlarının temel sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Eleştirel düşüncenin istenmediği bir ortamda olmamız bu görevi daha da önemli kılıyor.
Şimdi, gerek Kocaeli Dayanışma Akademisi’nde (KODA) gerekse de diğer dayanışma akademileri/okulları ortamında çok daha özgür bir biçimde bunları tartışıyoruz. Ama bu aşamaya gelmeden önce oluşturduğumuz kurucu hareketlerimizin zeminini biraz anlatmamda yarar var.
Üniversiteden atıldığımı, çok mutlu olduğum bir akşamın ilerleyen saatlerinde öğrendim. Karaburun Bilim Kongresi’ndeydik.
Gündüz Kampüssüzler Ders Ortakları ile Kapitalizmin Kısa Toplumsal Tarihi isimli ortak dersi verdik. Dört saat süren bu derste, farklı alanlardan meslek insanları olarak kapitalizmin 19. yüzyıldaki toplumsal etkilerini tartışmaya açtık. Ben derse mimarlık ve mekan üzerinden katkı verdim. Katılımcılar ilgiyle dinledi ve akşam yemeği sonrasında bir kafede hararetle tartışmaya başladık.
Saatler süren bu güzel ortamdan yüzümde bir gülümseme, iyi bir şeyler yapmış olmanın huzuru ve işe yaramanın mutluluğu ile odama çekilince öğrendim ki, kamu görevinden ihraç edilmişim. Uzun bir süre bunun ne kadar saçma bir şey olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Derhal kendime gelip, Kampüssüzler’den dostlarımla barış imzacısı kimlerin atıldığını tespit eden bir liste oluşturmaya başladık gecenin bir yarısı...
İhracın üç gün sonrasında Kocaeli Eğitim-Sen binasında toplandık. 5 Eylül 2016, Pazartesiydi. Toplantıda uzun uzun durumu değerlendirdikten sonra “kenti ve öğrencilerimizi terk etmiyoruz” kararı aldık. O sabah Kocaeli’ne vardığımda, Mimarlık Dekanlığı’nın sekreteri aradı ve oda anahtarımın değiştirildiğini, eski oda anahtarımı teslim etmem ve eşyalarımı alıp bir an önce ilişiğimi kesmem gerektiğini, bu arada odama da güvenlik görevlisi eşliğinde girebileceğimi söyledi.
Hayatımda unutamayacağım görüşmelerden biriydi ve besbelli ki iyice kabalaşacak bir sürecin habercisiydi o telefon. Oysa kurumla ilişiğimizi kesmek için KHK’da bile bir hafta süre tanınmıştı. Ancak Mimarlık Fakültesi Dekanlığı KHK’dan daha beter bir şekilde, bu bir haftalık süreyi bekleme gereği dahi duymamıştı. Demek ki Dekanlık biat yarışında ön sırada olmaya adaydı, biz de kendisine tam puan verdik.
Bu haber, odalarımızı boşaltma emrini bir etkinliğe dönüştürme kararını verdirdi bize. 7 Eylül tarihini, sırasıyla her akademisyenin odası dolaşılacak şekilde planladık. İlk durak benim çalıştığım yerleşke olan Anıtpark’tı. Sabah 9’da hukukçu dostlarım, Eğitim-Sen’li meslektaşlarım, yanımda olmaya cesaret eden arkadaşlarım ve öğrencilerim ile buluştuk. Sıkı bir kalabalıktık! Güvenlik görevlileri “yukarıdan aldıkları emirle” önce sadece beni içeri alacaklarını ifade ettiler, sonra avukatlar da girebilir, dediler. Biz hep beraber girmek istiyoruz deyince de, bana girmeme gerek olmadığını, “çıkış kağıdımı” kapıya getirerek imza attırabileceklerini söylediler. Kapı önünde kırk beş dakika boyunca direndikten sonra içeri girebildiğimizde, on yıldır çalıştığım yerin basamaklarını alkışlarla çıkarken çocuk gibi eğlenmiştim. Normalde üfleye püfleye çıktığım üç kat merdiveni kuş gibi uçarak çıkıp, hiç durmayan coşkulu alkışlar eşliğinde bir film yıldızı gibi odama seğirttim.
Kapının kilidi değiştirildiği için oda arkadaşımın açtığı mekânda neşeyle röportaj verdim;
“Bu düzende başıma bunlar gelmeseydi şüphe ederdim kendimden, ben neyi eksik yapıyorum diye”...
Evet, onyıldır, neredeyse her sabah 6.30 otobüsüyle İstanbul’dan Kocaeli’ne onca yol aşarak gidip akşamın geç saatlerine dek emek harcayıp, Kocaeli’ne de bir sürü hizmet vermiş, bir sürü öğrenci yetiştirmiş bir kişinin, “yasal” süre bile beklenmeksizin, apar topar, korku ile ansızın, böyle “kapı önüne” konulması; idarecilerin ortalıkta görülmekten çekinmeleri, yakın birkaç arkadaşım dışında kimsenin yanımda olmaması; “emir” uygularken bile insani bir hareket yapamama basiretsizliği... Ne diyeyim, tarih bunları kaydediyor, ileride nasıl yüz yüze geleceğiz, merak ediyorum. Kişisel tarihimde hafızamdan silinmeyecek bir gündür o gün. Bu arada KOÜ’nün Web sayfasına isimlerimize bakarsanız, kendi isteğimiz ile ayrılmışız gibi kayıt düşülmüş. Hayatta ne çok yalan var!
Artık bizim için yeni bir sayfa açılmıştı. Kenti ve öğrencileri terk etmeme kararımızın zeminini birlikte kuracağımız yer olarak Kocaeli Dayanışma Akademisi’ni oluşturduk (KODA). 28 Eylül 2017 Çarşamba günü açılışını yaptığımız KODA ile kendi akademik ortamımızı kurmuş olduk. Zaman zaman kurucu iradenin türlü sancılarını da çekmemize rağmen, o gün bugündür düzenli toplantılar, seminerler, kent yararına araştırmalar yapıyoruz. 2018 yılı açılışımızı, KODA’mn uzun bir yılını anlatan ve makalelerimizi içeren kitabımız ile gerçekleştirdik.
KOÜ için genellikle bir “taşra okulu” olduğu ifadesi kullanılır. Bana göre ise, taşra zihindedir. Metropollerde de taşralılık olabilir, küçük kentlerde de bambaşka nitelikte ortamlar kurulabilir. Yeter ki, bilginin eleştirel dönüştürücü gücünü, kullanım değerini merkeze alan, bunu kamusallaştırabilen zeminler yaratılabilsin. Yeri geldiğinde kendimizi de dönüştürmekten çekinmeyelim. KODAve tüm dayanışma akademilerinin temel derdi, döndüğümüzde kurumları birikimlerimizle yeniden inşa etmek ve bunun için akademik ve politik bir dayanışmanın alt yapısını kurabilmek. Çünkü biliyoruz ki bilginin metalaştığı, eğitim ortamının ticarileştiği, eğitimin bir hak olmaktan çıktığı, eleştirel bilgiye tahammülün kalmadığı, kurum için mikro iktidarların tahakkümünün yükseldiği üniversitelerde eşit, adil, özgür ve laik bir eğitimden söz edilemez.
Bu nedenle okulda sürdürdüğüm “Başka Bir Atölye” gibi ortamları da dayanışarak geliştirmeye çalışıyorum.
Kocaeli’nde dayanışmanın gücü daha gözaltı gününden belliydi. Barış metninin okunmasının ardından iki gün sonra üniversitenin ana sayfasından “terörist” ilan edilmiştik. Ertesi sabah “şafak operasyonu” ile Kocaeli’nde ikamet eden barış imzacısı hocalar evlerinden, ofislerinden gözaltına alınmışlardı. Ben İstanbul’da oturduğum için birkaç kişi ile birlikte gözaltına alınamadım, kendim İzmit’e gittim. Öğleden sonra savcılığa getirilen hocalarımızla birlikte ifade vermek için Adliye binasına girmek istediğimizde, bu kez zorlukla kendimizi içeri aldırdık. Etrafımız bize desteğe gelen onlarca avukat ile doluydu ve çoğunu ilk kez görüyordum hayatımda. İfade vermeye girerken, avukatları organize eden yine hiç tanımadığım bir hukukçu, bir yandan hayli gergin, bir yandan da birbirimizle şakalaştığımız o ortamda bana bakıp, “Siz feministe benziyorsunuz, yanınıza sizin gibi iki kadın avukat ayarlayayım, öyle içeri girin,” diye espri bile yaptı. Bu hukuki dayanışma yerel avukatlarımızdan halen sağlanıyor. Kentin siyasal partileri, meslek odaları, sendikamız Eğitim-Sen ve diğer örgütlerle bu süreçte hep beraber hareket edebildik, edeceğiz de...
Dayanışmamızın sağaltıcı etkisi, sadece çevremize değil, birbirimize de iyi geliyor. Ortak yaşam ve üretim alanlarımıza sahip çıkmak, dönüştürücü gücümüzü keşfetmek için olabildiğince yan yana geliyoruz ve bu davranış biçimini bizden sonrası kuşaklara aktarmaya çalışıyoruz. Çünkü görüyoruz ki gün geçtikçe endişe ile büyüyen çocukların, geleceklerinin önemsenmediği, dindar, kindar, güvencesiz bir genç kuşağın hedeflendiği bir ülkeye dönüşüyoruz. Bu durumdan kendi çocuklarımız da etkileniyor elbette.
Çok kişi yurtdışına gitmek, orada yaşamak istiyor.
Kişisel olan politik olduğu için, gündelik hayatımız da toplumsal olandan azade değil. Hemen yanı başımızda olan kişiler ise, bu süreçlerden en çok etkilenenler oluyor. Kızım da bu kişilerin başında geliyor. Çalışan, üreten, sözü olan bir anne olarak kendisine rol model olduğumun farkında olsam da, karşılaşmalarımız beni hep şaşırtıyor. Bazen verdiği yanıtlar beni o kadar çok etkiliyor ve düşündürüyor ki...
Barış bildirisinin açıklanmasının hemen ertesi günü, 12 Ocak 2016 Salı akşamı kızımla aramda şu diyalog geçmişti;
“Barış talep eden bir metne imza attım kızım, bugün bir açıklama yapıldı ve gördüm ki, bu iş büyüyecek ve sarpa saracak, işimden bile olabilirim...”
Kısa bir sessizliğin ardından, durumun derhal ayırdına varan 12 yaşındaki cin gibi kız çocuğunun büyüyen gözlerle ilk sorusu şu oldu;
“Beni hiç mi düşünmüyorsun?”
“Tabi düşünüyorum ama hayatını kaybeden onca çocuk var. Bu acıyla yaşamak zorunda olan anneler var. Senin bu çocuklardan bir farkın yok, benim de o annelerden bir farkım”.
“Ama sen benim annemsin...”
Bu kez bende bir sessizlik ve düşünme hali...
Aramızdaki bu diyaloga niceleri eklendi ve sanırım bu sorgulamalar hiç bitmeyecek, bitmesin de... Hatta bu olgu bize gayet ciddi felsefe konularını tartışmak için bir zemin bile oldu:
“Anne, şimdi ne işe yaradı bu imza; senin işsiz kalmandan, para kazanmak için daha çok çalışmak zorunda olmandan başka neye etki etti, ülkeyi mi kurtardın?”
Sorular, sorgulamalar... Diğer yandan kendisinin idolü olduğumu söyleyerek bana okuldaki bir derste kompozisyon olarak yazdığı şu metni veriyor, beni darmaduman ediyor;
ANNEM
Şu hayatta en hayran olduğum kişi annem. Annem çünkü güçlü. Annem çünkü toplumun yardımına koşan birkaç insandan biri... O nedenle bu yazı annem için. Sırf annem de değil, annem gibi olanlar için.
ZİNDAN
Annemi susturmaya çalıştılar. Onu işinden attılar. Yok etmeye kalkıştılar. Korktular ondan. Bir kadın, bir anne, bir öğretmen, bir insan, bir vatandaş, bir direnişçi olmasından.
Sussun diye onu açlıkla sınadılar. Öğretmesin, yetiştirmesin diye onu işten attılar, suçladılar. Diğer vatandaşların yararlandığı şeylerden yararlanmamasını sağladılar. Yurtdışına çıkmasını yasakladılar. Direnmemesi için ağzını bağladılar. Kollarını kesmeye çalıştılar. Korksun, acı çeksin istediler. Gücünü yitirsin, diğer insanlar gibi korkunun, paranın kölesi olsun istediler. Ama size kötü bir haberim var devlet. O ayakta! O yaşıyor! O mutlu. Ve biliyor musunuz? Arkasında ben varım, arkadaşları var, öğrencileri var. Yalnız değil. Ne yaparsa yapsın arkasındayım. Korkun bizden. Direnmeye geliyoruz. Kazanmaya geliyoruz. Otoritenizi, zindanlarınızı, dar bakışınızı yıkmaya geliyoruz.
El ele barışı, mutluluğu aramaya geliyoruz. Bulana kadar da pes etmeyeceğiz.
Daha bu metnin etkisinden kurtulamamışken, bir derste soyut portremi çiziyor. Her yere o resmi koyar buluyorum kendimi.
12 yaşındaki bir çocuğun bu farkındalığı, biz yetişkinlere düşen sorumlulukların büyüklüğünü bir kez daha göstermiyor mu sizce de? Her ne olursa olsun, seçimlerimizin bedellerini, hayatın çelişkilerini, bizi biz yapanın neler olduğunu, diyalektik bakışı, bir kadın olarak ayakta kalmanın önemini, ekonomik dayatmaları hayli erkenden fark ettiği için memnunum. Bu süreçten kayıplarımız kadar kazançlarımızla da çıkacağız, sadece görmeyi bilmeliyiz...
Fakat biliyoruz ki, bunlar sadece bizim başımıza gelmiyor.
Ankara Üniversitesi’ndeki meslektaşlarımızı atan Rektör de KOÜ’nün bir başka muadili değil mi? Hatta kendisi üniversitenin geleneğini yaşatmıyor mu? 1947-48’lerde solcu hoca diye anılan Behice Boran, Niyazi Berkes ve Pertev Naili Boratav, ilgili üniversite senatosu kararıyla ve hükümet böyle istiyor denilerek atılmamışlar mıydı? Bu ülke 1402’likleri görmedi mi? KOÜ dışında yüzlerce akademisyen, öğretmen, kamu emekçisi KHK’lar ile işlerinden edildiler. Barış isteyen, adil, eşit ve özgür bir dünyayı hayal eden tüm muhalif görüşlü emekçiler, hükümet tarafından birer tehdit olarak görüldü.
Biz ne ilktik, ne de son olacağız.
Bireysel KHK’ları, bölgede seçimle gelen belediyelere müdahaleler izledi, kayyumlar atandı, nice dernekler, kurumlar kapatıldı. Amaç ülkede hakim olan sessizliği ve korkuyu arttırmak değil mi sizce de? Bu arada savaş devam ediyor. İnsanlar yerinden ediliyor. Ölü bedeni sokak ortasında dört gün bekleyen on bir çocuk annesi Taybet İnan’ı biliyoruz. Cesedini almak isteyen akrabaları beyaz bayrağa rağmen taranıp öldürüldüler. Sokaklarda çocuklar, anneler öldürülüyor ve bizlerin yapabildiği bir şey yok. Hatun Tuğluk gibi ölülerini bile gömemiyor insanlar, toplu mezarların sayısı artıyor. Saymakla bitmeyecek bu tablo etnik ayrımın, ötekileştirmenin eseri. Bundan nemalanan iktidar ve sermaye grupları var. Ezilenler, yoksullar ölürken biz bilim insanları nasıl sessiz kalabiliriz? Ben bir mimar, koruma uzmanı olarak, mesleğimin amacı olan insanlara nitelikli bir yaşam alanı oluşturma görevini yerine getiremezsem eksik kalmaz mıyım?
“Terör” denilerek, kentsel dönüşüm alanı ilan edilerek yerinden edilen binlerce insanın sorunu, benim sadece vatandaş olarak değil, meslek insanı olarak da sorunum değil mi? Sürekli eşitsizlikler yaratan, sorunun yerine değiştiren ve mütemadiyen sorun yaratan politik-ekonomik sistem benim de mesleğimi amacına uygun olarak icra etmemi engellemiyor mu?
Kapitalist üretim sürecinde her şeyin metaya dönüştüğünü biliyoruz. Emekten, ürettiğimiz bilgiye, yaşadığımız kentlere dek her şey metalaşabiliyor. Kullanım değerini yitiren ister bilgi, isterse de kent olsun, piyasada değişim değeri olan bir ürüne dönüşüyor.
Bunu sağlamanın çok sayıda aracı var ve bu araçların en başında da savaş geliyor. Bir yandan ürettiğimiz değerleri koruma listelerine alırken, bir yandan da bu değerleri yok eden bir “düzen” içinde değil miyiz? Tahir Elçi, Dört Ayaklı Minare önünde 28 Kasım 2015 tarihinde kurşunlanarak öldürüldüğünde ne diyordu; “Operasyonlar durdurulsun, tarihi değerler zarar görmesin.”
Tahir Elçi’nin ölümü ardından çok sayıda koruma altındaki yapının yıkımına devam edildi. Dünya Miras Listesi’ne girmiş olan, diğer bir deyişle dünya çapında ortak bir miras olarak kayıt altına alınan Sur ve Hevsel Bahçeleri korumaya değer niteliklerini kaybediyor. Sur’u, Hevsel Bahçeleri’ni oluşturan kültür, gelenekler, anadilin sürekliliği hakkında güçlü bir ses çıkamıyor. Çıkan sesler de hükümetler nezdinde karşılık bulmuyor.
Diğer yandan insanların yaşam hakkı gibi, kent hakkı da elinden alınıyor. Sur için acele kamulaştırma kararları alındı, binlerce parsel aceleyle kamulaştırıldı ve insanlar yerinden sürüldü. Alipaşa ve Lale Bey Mahalleleri’nde yaşayanlar evlerini terk etmediler diye günlerce, temel hakları olan elektrik ve suya ulaşamadılar. Meslek örgütlerinin, yerinde tespit çalışması yapması bile mümkün olamadı.
Çoktandır yaşam alanları da, ekoloji de birer savaş aygıtına dönüştü. Bölgedeki yangınlar sadece insansızlaştırmaya yönelik değil, aynı zamanda topraktan ağaca, kuştan ceylana, bütün doğa üzerinde ekolojik bir yıkıma neden oluyor. Yaşam alanları ve kültürel mekânlar da alevler içinde yok ediliyor. Ömürleri elli yıl bile olmayan, ekonomik olarak da yararlı gözükmeyen barajlar bir yandan Hasankeyf gibi kültürel değerleri yok ederken, bir yandan da coğrafyada nüfus dağılımını değiştiriyor, toplumsal bellek zarar görüyor, toprağın çölleşmesi riski artıyor.
Yeniden sormak isterim; tüm bunlara tanık olan, okuyan, gören bir mimar, korama uzmanı, bilim insanı olarak sessiz kalmak bu suçların bir parçası olmak değil midir? Bizler bunları sesli olarak ifade ettiğimiz için atıldık! O imza tüm bunları işaret ediyordu...
Ne demiştim başlıkta;
“Oyun daha bitmedi, kürsüyü terk etmiyoruz!”
Bizi KOÜ’ye, yerleşkeye sokmuyorlar ama ne gam, kendi kürsümüzü kendimiz kurduk.
“Kenti ve öğrencilerimizi terk etmiyoruz” dedik, bir yılı aşkın süredir kamu yararına eleştirel bilgi üretmeye devam ediyoruz. Daha da mobil olduk. Sesimiz tüm baskılara rağmen daha çok yere ulaşsın diye çalışıyoruz. KHK’lar üretim heyecanımızı bizden alamadı, alamayacak da.
Umudumuzun kırıldığı, enerjimizin düştüğü her anda dayanıştığımız, yan yana geldiğimiz onlarca kişi var.
‘Dayanışma, ezilenlerin inceliğidir’ diye boşuna denmemiş.
Direnenler daha çok bir araya geliyor, bir sürü yeni kişiyle tanışıyoruz. Ve yüzümüzü onlara dönüyoruz. Eğitim Sendikamız maddi, manevi desteğe devam ediyor. Biz de daha küçük yaşamaya gayret ediyoruz. Antikapitalist olmak da bunu gerektirmiyor mu? KODA’da komün bir bütçe oluşturduk, kazandıklarımızı paylaştığımız, ihtiyacı olanın yararlandığı bir bütçe bu. Bu süreç turnusol kağıdı gibi eleme de yaptı ve yanımızda duran dostları yeniden keşfettik. Kendimizle de bir kere daha yüzleştik.
Samuel Beckett’in çok sevdiğim bir şiiri vardır, der ki, “Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil”. Biz de yenilsek bile teslim olmayacağız dedik. Hatta “daha iyi yenilebileceğimizi” bilsek bile ayağa kalkacağız. Çünkü ancak bu şekilde insan kalabileceğiz...
Her yeni güne nasıl yeniden başlıyorsak, her sabah doğan güneşle umudu yeniden inşa etmeyi de vazife edindik. Hafızalarımızda direniş öyküleri var; hem ne demişler, “İktidarın olduğu yerde direniş de vardır”. Biliyoruz ki, bizden çok daha güç durumda olan ezilen, sömürülen halklar var ve yaşadıkça tüm canlara karşı borçluyuz...
Ve bir kez daha yüksek sesle yinelemek istiyorum;
“Oyun daha bitmedi, kürsüyü terk etmiyoruz!
O kürsüler barışa tanık olacak!” (GK/HK)