canlılar arasında yalnız o,
gülmeyi icat etmek zorunda kalmıştır. Nietzche
Keyfim kırık, ruhum bölünük, dışarıdaki hava kurşuniydi.
Sanal alemde amaçsız gezinirken uğradığım e-posta kutumda buldum; arkadaşım Çiğdem’den gelen iletiyi.
Metnin içeriğinde yer alan bir fıkranın daha ilk satırlarını okurken gülümsemeğe, sonlarına doğru ise kendimi tutamayıp –Bak şimdi... Oldu mu? Tut kendini. Aman kontrolü elden bırakma Şado; sonra...- gözümden yaş gelene kadar gülmeğe başladım.
O sırada içeri giren çaycı Bektaş “Hayrola Abla? İyisin değil mi?” dediğinde yanıt veremedim.
“Gülmek... İyilik mi? Kötülük mü? Nerden bileyim alla’sen Bektaş Usta. Gülüyorum işte” diyemedim ama...
Uzun süredir bu denli yüksek tondan kahkaha atmadığımı da o soru cümlesiyle fark ettim.
Kendime geldiğimde –çok fazla zaman almadı- hemen iki satır yazıverdim Çiğdem’e. “Beni çok güldürdün. Sağ olasın. Kendi gülüş sesim, kendime –bile- yabancı geldi.“
Mesai saatimin dolmasına yardımcı olan sanal gezintim sürerken geldi yanıtı. “Uzun zamandır gülmeyen bana, sana, ona, bize, size, onlara... Yani -uzun zamandır gülmeyen- hepimize.
Gülmeyi yavaş yavaş unutuyoruz. Elde avuçta bir tek o var -ya da o kaldı- aslında ama... Gülmenin kıymetini bilen kalmadı mı ne? Ağlamak... Şikayet etmek... Sızlanmak... Yakınmak tanıdık gelir oldu.
Oynamak... Eğlenmek, -hadi o da olmadı- geyik yapmak... Ama yaptığın geyiğe gözünden yaş gelinceye kadar gülmek... Yabansı gelir oldu hepimize. İşte bu yüzden ya... Kaslarımızın tutulması... Dudaklarımızın sarkması... Gerdanımızın çıkması... Ve en önemlisi gözlerimizin ferinin gitmesi...
Lunaparktaki kahkaha aynalarına da gitmez olduk. Gitsek bile; gülmeye nazlanır olduk. Yavaş yavaş, usul usul, kımıl kımıl bir öfke tuttu her tarafımızı. O kadar ki; doğrulamıyoruz, doğrultamıyoruz belimizi. Yakantop, istop, sessiz sinema... Kikirdeşmek çocukluğumuzda kaldı. Gülmek de çocuklarımıza. Çoğu kez çocuklarımıza bile çok görür olduk gülmeyi. Onları gülerken gördüğümüzde kıskanıyor muyuz ne?
Çünkü; farklı olanı sevmiyoruz. Öfkeye tutunmak; en tanıdık, en kolay, en normal olanı. Oyun oynamak isteyeni ya ‘çocuk’ ya da ‘bi garip meczup’ gibi niteliyoruz. Gülen adamları da uyarıyoruz; “Karı gibi gülme”. Gün boyu gerim gerim geriliyor, sonra da öfkeye sıvanmış ve uyuşmuş halde evimize gidiyoruz. Uyuşturucunun kafamızı bir süreliğine uyuşturduğunu, daha sonra kanımızı emdiğini unutarak.
Aynı oranda kafa bulabilmek için her defasında daha yüksek dozda alınması gerektiğini unutarak. Öfke de öyle işte... Beslenmek için daha çok öfke istiyor her defasında. Biraz da besleneceğine olan inançla. Ve tüm şımarıklığıyla. Şado’cum; yazdıklarım ne kadar sıradan değil mi? Öfkeyle, bunaltıyla yazdıklarıma aldırma... Ben ‘boş ver’ deyip iç bunaltılarıma yelken açtım bile. Çünkü öbürü giderek daha da yabancı...
Oysa; ben... Vespa alıp, onunla turlamak... Daha çok top oynamak, sessiz sinema veya kulaktan kulağa oynamak istiyorum. Ve de hayaller kurmak... Oysa ben hayal kuramaz oldum artık...
Ya sen?”
İşte bana da çok görülmüştü gülme mutluluğu.
İlahi Çiğdem; ne gerek vardı, bu fesleğen kokulu sözlere şimdi... Hayat zaten maydonoz olurken her şeye...(ŞD/EÜ)
* Şadiye Dönümcü, sosyal hizmet uzmanı.