Yekta Kopan, "Sakın Oraya Gitme’’ isimli son kitabında özgürlük kavramını derinden işliyor öykülerinde. Bu öykülere başlayınca aile içerisinde bir hesaplaşma yoluyla hafızamı deşiyor. Başka bir öykü hukuk ve adalet içerisinde özgürlük arayışı oluyor. Öyküler toplumun altından girip üstünden çıkarak özgürlük meselesini sorguluyor.
Yekta Kopan yazdıklarıyla okurunu zorlu yollarından geçirerek en sonunda okurunun eline bir kuş bırakıyor. "Hadi bakalım bu kuşu uçurabilecek misin?’’ diyor. Bunu başarabilen okur kuş ile birlikte göklere havalanıyor, özgürleşiyor.
Yekta Kopan ile kitaptaki öykülerini, uykusuzluklarını ve Tüyap Kitap Fuarını konuştuk.
Samodey öykünüz kitapta en sevdiğim öykünüz, uzun zamandır bu kadar sahici bir öykü okumadım çünkü. “Anlayacağın, kurtarma sözlüsüne hazırlanan öğrenci kadar sağlam hazırlandım deliksiz bir uykuya. Uyumak emek ister, bilirsin.” diyecek kadar zor bir iş midir uyku? Sizin uykuyla aranız nasıl?
İlk kez uykuyla ilgili bir soru soruluyor bana. Hayatımın en önemli konularından biri oysa. Hepimiz için de öyledir. Bütün ülke, bütün dünya kendisini “derin bir uykuya” bırakmayalı o kadar uzun zaman oldu ki... Sanki her gece, dünyanın yarısı ellerini başının arkasında birleştirmiş tavanı seyrediyor. Kalan yarısı ise, savaşlardan, açlıktan, adaletsizlikten, hastalıklardan, yoksulluktan uyuyamıyor zaten. Zihinlerimiz o kadar dolu ki, öylesine acılar yaşıyoruz ki gün boyunca, uyumak zor bir iş haline geliyor. Tabii, uyumadan önce günü düşünen, hayatı sorgulayan, kendisiyle yüzleşen ve vicdanı olanlar için bu böyle. Eminim, dünyada her gece horlaya horlaya uyuyan bir mutlu azınlık da vardır. Bana gelince, “uykusuzluk” benim temel dertlerimden biri. Ne yalan söyleyeyim, kedersiz bir uykuyu pek severim. Hatta sadece gece uykusu değil, öğlen uykusunu da severim. Ama ne mümkün... Yakın çevrem bilir zaten, az uyuyan biriyim. Oysa rüyalara sığınmayı severim, zihnimin derinlerine o rüyalardan ulaşmaya çalışırım. Ama günün yükü, zihnimi o kadar oyalıyor ki geç uyuyor, erken uyanıyorum. Neyse ki kitaplar var. Uykusuz saatlerin bana tek yararı, bol bol kitap okuyabilmek.
“Babalık sonradan giyilen bir gömlek, çoğu erkeğin düğmelerini doğru ilikleyemediği” diyorsunuz. Çoğu erkeğin bunu becerememesinin nedeni nedir sizce?
Cümleyi tek başına alırsak, sadece “babalık” kurumuyla hesaplaştığım sonucu çıkabilir. Oysa bu sözün geçtiği öyküde, yani “Samodey”de anne olmak, baba olmak, kutsal aile kavramları ve bütün bunların bireyin hafızasındaki yeri ile uğraştım. Babalık ve anneliğin, toplum tarafından, gelenekler tarafından sınırları çizilmiş algısı ile didiştim biraz. Ama “Samodey” genel olarak, meselesi hafıza olan bir öykü. Çocukluk denen evre, anne-babalarımızın anlattıklarından, onların bakış açılarıyla yazılmış hikayelerden oluşan bir evre. Varoluşumuzun ilk zamanlarına ait bütün bilgiler, anne-babaların hafızalarında yaşıyor. O hafızanın yok olması, bizi biz yapan hikayelerin de yok olması anlamına geliyor. Bu durumu, daha geniş bir çerçevede, toplumsal varoluşta da ele alabiliriz. Bu öyküde, daha çok bu meseleyle uğraşmaya çalıştım.
“Bütün anneler vazgeçsin yaşanmamış çocukların suçunu kızaklara yüklemekten. Doğururken öldürdüğünüz çocuklukların hesabını verecek kadar cesaretiniz olsun” Öyküde bahsettiğiniz bir bölüme gönderme yapacak olursam iyi anne çocuğunu “gerçeğin tokadına” ne kadar hazırlamalı?
Bu sorunun cevabını sosyoloji, psikoloji ve pedagoji bilimleri verebilir. Edebiyat, cevapları bulabileceğimiz bir alan değil. Sanat, soru sorar. Okurun-izleyicinin bütün o sorularla yeni bakış açıları oluşturmasına yardımcı olur. Ama kişisel olarak bir cevap verebilirim size. Kutsal aile dokunulmazlığının, ebeveyn korumacılığının konforlu alanına sıkışmamalı insan. Önce birey olabilmek, sonra da bireyselden toplumsala uzanabilmek, yüzleşebilmekle mümkün. Gerçekleri görmek ve onlarla hesaplaşmak. Anneliğin-babalığın mutlak tanımları yok bence. Ne demek “iyi anne”? Bütün bireyler “biricik” ve onların gerçeğe hazırlanması süreci de değişken elbette. Ama yüzleşmekten korkan, gerçeklerle hesaplaşamayan bir insanın vicdanının sesini dinlemesi de olanaksız. Son yıllarda öyle olaylar yaşıyoruz ki, bunlar siyaset çerçevesinden kavranamaz. Önce aklımızla, sonra da vicdanımızla bakmamız gerekiyor. Tekrar edip duruyorum ama bunun için de öncelikle hesaplaşmaktan, yüzleşmekten korkmamak gerekiyor.
Cesur Geyikler öykünüzde hapishanede işkence gören Hamdi ve arkadaşını anlatırken gerçekleşen bir baskında öykünün kahramanı “Hamdi’yle birlikte hazırladığımız kitabın notları dışında toplayabilecekleri bir delil yoktu” diyor. Yazının hep bir suç sayılması sizce değişecek mi? Türkiye bu acımasız kaderini değiştirebilecek mi?
Sadece Türkiye’nin sorunu değil bu. Kader hiç değil. Baskıcı yönetimlerin ezberlediğimiz bir sonucu. Düşünceden, yazıdan korkmak. Şu anda hapishanelerde çok sayıda yazar, gazeteci, akademisyen var. Bu isimlerin bazılarıyla aynı siyasi görüşte olmayabiliriz, dünya görüşlerimiz ters olabilir. Ama düşüncenin suç sayılamayacağı, özgür insanlar için bir prensip duruşu olmalı. Kim olursa olsun, yazdıkları nedeniyle demir parmaklıklar arkasında olamaz, olmamalı. Eğer bu isimlerin başka bağlantıları varsa, o konularda yargılanırlar. Ama yazılar, cümleler, düşünceler özgür olmalıdır. Bu insan olmanın doğal sonucudur. Buradaki özgürlük isteğinin altında başka anlamlar aramak, en basit tanımıyla anlamsız. Öylesine akıl almaz, hukuk dışı ve sorunlu bir durum ki bu... Neyi, kime göre suç sayıyorsunuz? Hangi “kelimeler” bizi suç alanına çekiyor? Bu hukuksuz bakış açısı, hepimizin bir zihin hapishanesinde yaşamasına neden oluyor. Hepimiz korkularımızın mahkumuyuz.
Mektup isimli öykünüzde geçen “Bir katilin dokunduğu herkesi öldürdüğünü o gün öğrenmişti” cümlesini okuduktan uzun bir süre durakladım. Kötülük, acımasızlık bizi çok hızlı ve güçlü şekilde tesiri altına alırken; mutluluk, sevgi ve dostluk gibi kavramlara ulaşmak ve bizi özgür bırakmasını sağlamak neden bu kadar zor?
Zor değil. Biz zorlaştırıyoruz. Daha da fenası bu kavramların içini boşaltıyoruz. Anlamaktan, paylaşmaktan kaçarak, üretmeyerek mutsuzluğumuzu çoğaltıyoruz. Ne oluyor peki? Bitmek bilmeyen bir öfke avcuna alıyor herkesi. Böylesine öfkeli bir yaşamı hak etmiyoruz. Zaten bence bu sürdürülebilir bir ruh hali değil. Öfke, nefret, ötekileştirmek bir sonraki güne umutla uyanmamıza engel oluyor. Çevremizi kaplayan acımasızlığın bir parçası haline geliyoruz bir süre sonra. O girdabın bizi içine çekmesine izin veriyoruz. Sonra da “bir zamanlar ne kadar da mutluyduk” diyerek bir “geçmiş zaman güzellemesine” sığınıyoruz. Ya öfkemizden patlayacağız ya da utançtan öleceğiz böyle giderse.
Factotum öykünüzde daha ilk sayfalarda bana çok iddialı gelen bir cümle var. “Nefretini anında söyleyip tüketen insanları severim." Böyle bir dünyada yaşamak ister misiniz peki sahiden?
En azından herkesin ikiyüzlü olduğu bir dünyadan daha iyi devam eder.
Son olarak bu sene Tüyap Kitap Fuarı nasıl geçti? Okuyucuların ilgisini, sorularını nasıl buldunuz?
Onur yazarının İonna Kuçuradi olmasından ve fuar boyunca felsefe dünyamızın konuşulmasından mutluyum. Kendi açımdan da söyleşime ve kitabıma gösterilen ilgiden memnun olduğumu söylemeliyim. Ama bu fuarı hep, Turhan Günay’ın olmadığı fuar olarak hatırlayacağım. Onun ve çok sayıda yazarın aramızda olmadığı bir fuardı. Bu yıl eksiktik, dilerim önümüzdeki yıl tamamlanırız. (Çİ/NV)
Yekta Kopan, Sakın Oraya Gitme, Can Yayınları, İstanbul, 2016, 136 sayfa.