Türkiye siyaset tarihinde, (yine) önemli bir kırılma noktası yaşanıyor. Bağlamları ve aktörleri farklı olmakla birlikte, asıl gelişim süreci ve sonuçları itibariyle de geçmiş benzerlerinden çok farklı etkiler yaratacak, popülist faşizan bir dönemden geçiyoruz. AKP iktidarı, bundan sonraki dönemlerde tüm toplumsal oluşumları, halkın siyasal süreçlere doğrudan katılımını, bunları sürekli denetlemesini engelleyecek kural ve mekanizmaları, kalıcı olacak şekilde hızla devreye sokuyor.
Özellikle çatışma ve şiddetin sona ermesi, barışın sağlanması ve kurumsallaştırılması, toplumsal dengelerin eşitlik ve özgürlük temelinde oluşturulmasının olanakları ortadan kaldırılıyor, olasılıklar, belirsiz koşul ve tarihlere erteleniyor. Toplumsal hafızamızda ve her birimizin kişisel belleğinde acıyla anmakta olduğumuz, toplum yaşamımızın barış ve uyum içerisinde sürmesini kesintiye uğratan, psikolojik ve sosyolojik yaralar açan, siyasal karakteri de oldukça belirgin, çok boyutlu karmaşık saldırı olayları, Türkiye’yi adeta “yönetilemez” bir ülke konumuna doğru sürüklüyor.
Yılgın bir suskunluk, toplumsal muhalefeti örtüyor. Korku ile oluşturulmuş zorunlu bir rıza, her türlü hukuksuzluğu, şiddeti ve yıkımı “milliyetçilik” söyleminde eritiyor, algı düzeyinde kabul edilir hale getiriyor. Bu koşullarda “devlet, her yerde gözü olan bir kurum” haline geliyor. Yalnızca özgür, tarafsız, katılımcı bir müzakere alanı olma niteliğini kaybeden kamusal alanı değil, onun temeli olan özel alanı da, denetimi altına alıyor. İdari müdahaleler ve sürekli gözetleme ile ailede, okulda topluluklarda, komşulukta var olan günlük ilişkilerin iletişim yapısını parçalıyor. Kamusal alanın tamamını, özel alanı da kamusallık ile ilişkili kısmıyla birlikte işgal ediyor. Otoriter güvenlik devletine doğru dönüşüyor. Temel hak ve özgürlükler ortadan kaldırılıyor. Biz bireylere, özel olan pek az şey kalmış bulunuyor.
Hukukun geçerli olmadığı alanlar, cezası olmayan suç çeşitleri yaratılıyor
Bu koşullarda AKP İktidarı, en büyük siyasal dönüşümü TBMM üzerinden, Meclis’in yasama işlevini, etkinliğini yalnızca kendi anlayışı ve iktidar önceliklerine göre çalıştırarak, gerçekleştiriyor. Meclis’in işlevini, Bakanlar Kurulu’nun hazırladığı yasa tasarılarını görüşüp karara bağlamadan ibaret bir alanla sınırlıyor.
Yasama tekniğine ve hukukun amacına aykırı “torba yasa” şeklindeki düzenlemelerle; bir yandan kendi ideolojik hegemonik anlayışını kurumsallaştırıyor. Diğer yandan, toplumla siyaset yoluyla kurması gerekli bağı ekonomiyle, piyasayla kurmasına yarayacak, çıkarların paylaşımı ve koordinasyonunu sağlayacak düzenlemeleri hızla hayata geçiriyor.
Adaleti sağlamaktan uzak kanunlar silsilesinden oluşan bir hukuku ve ekonomik ilişkilerin oluşturduğu bir düzeni, her türlü baskıyla topluma dayatıyor. Bu düzenin sürdürülmesi amacıyla, hukuk devleti ilkesini çiğniyor.
24.03.2016 tarihinde onaylanan “Kişisel Verilerin Korunması Kanunu”, 06.04.2016 onay tarihli “Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu” ve 03.05.2016 tarihli “Kolluk Gözetim Komisyonu Kurulması Hakkında Kanun” ile temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran, ihlal eden düzenlemeleri yürürlüğe koymuş bulunuyor.
Şimdi de kimi idari makamlar (MİT, Polis Teşkilatı, şimdi de Asker ve Korucular) yasal denetimin bütünüyle dışına çıkarılıyor.
Hukukun geçerli olmadığı alanlar, cezası olmayan suç çeşitleri, yargıdan bütünüyle muaf fail tipi yaratılıyor. MİT ve Emniyet Genel Müdürlüğü Taşınır Mal Yönetmeliği değiştirilerek; “MİT kanununda belirtilen görevlerde kullanılacak malların, üst yöneticinin uygun görmesi halinde kayda alınmaması” düzenlemesi getirilmiş bulunuyor. Kişilere, devletin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı güvencesini getiren, en genel anlamıyla yönetilenlere hukuk güvenliği sağlayan hukuk devleti yapısı ve hukukun üstünlüğü ilkesi bütünüyle ortadan kaldırılıyor. Devletin alacağı her türlü önlemin temel hak ve özgürlükler ile orantılı olmasını öngören ölçülülük ilkesi de yok sayılıyor.
Ne yapmalı?
Türkiye’de siyasal hafıza, demokratik kitle örgütlüğünün deneyimi, işçi ve emekçilerin mücadele birikimi, toplumsal özgürlük ve eşitlik hareketinin yeni dinamiklerini oluşturma ve örgütleme olanaklarını, zaten içinde taşıyor.
Bu deneyimli ve birikimli hafıza; İslam hegemonyasının devleti nasıl dönüştürdüğünü, bu dönüşümün tarihsel yapı ve kökenlerini, Ortadoğu’daki gelişmelerle bağlantılarını, uluslararası neoliberal ekonomipolitik dinamiklerini biliyor ve görüyor. AKP’nin iktidarının siyasal, ekonomik ve sınıfsal/sosyal katman temelini, otoriter, muhafazakar yapısının sosyokültürel karakterini çözümlemiş durumda. Toplumsal mücadelenin nerede durmakta olduğunu, nelerin değiştiğini bu değişimin yarattığı yeni söylem ve eylem biçimlerini, yeni mücadele alan ve mekanlarının neler olduğunu da, deneyerek yaşıyor. Artık, tüm enerjisini “ideolojinin çıkmazı mı, ideolojisizliğin intiharı mı?” sorularına yanıt aramak için harcamıyor.
“Umut, evet her zaman
Türkiye’de, deneyimli ve birikimli sol hafızanın siyasal eylemsellik içinde yaratacağı yeni siyaset biçimleri, yeni “bir arada ve birlikte durma, eyleme biçimleri ve alanları yaratma kapasitesinin yarattığı umut, Türk Tabipleri Birliği'nin 10-12 Haziran 2016 tarihinde gerçekleşen 67. Büyük Kongresinde çoğaldı. Merkez Konseyi Başkanı Dr. Beyazıt İlhan konuşmasının giriş bölümündeki tespitler hepimizin yaşadığı gerçeklikler.
"Sağlık fiziksel, psikolojik ve sosyal olarak iyi olma hali diye tanımlanır. İçinde bulunduğumuz toplumda bizlerin sağlıklı olduğu söylenebilir mi? Çatışma, şiddet ve katliamların gündelik yaşamın bir parçası olduğu, nefret söyleminin ayırımcılığın toplumu böldüğü, sağlık hakkı başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerimizin piyasa koşullarında meta haline getirildiği, çevrenin yağmalandığı, termik santrallerin ve siyanürlü madenciliğin havamızı, suyumuzu zehirlediği, havasız susuz kaldığımız, hukuki güvenliğimizin, iş güvenliğimizin olmadığı, yılda bin kişinin iş cinayetlerinde ölmekte olduğu, kadına yönelik şiddetin sıradanlaştığı, Soma, Ermenek, Zonguldak madenlerinde ölenlere yenilerinin katıldığı, hiç bir ölümün adalet önünde hesabının verilmediği koşullarda sağlıklı olabilir miyiz? Türk Tabipleri Birliği olarak her zaman halkın yanında, halkın varlık hakkını, sağlık hakkını savunmak için, yaşamı ve demokrasiyi savunmak için sokakta, alanlarda, salonlarda, dağlarda, bayırlarda her yerde var olduk. Gezi'de vardık, Soma'da, Ankara Garı önünde, Cerrattepe'de, Yırca'da, Havva Ana'nın yola karşı mücadelesinde hep biz olduk, olmaya devam edeceğiz. Bu yolda; Antakya'nın güzel çocukları Abdullah, Ahmet ve Ali İsmail'e, Ankaralı Ethem'e, İstanbullu Mehmet' e, Diyarbakırlı Medeni' ye, fırından dönmesini beklediğimiz Berkin'e selam olsun! Reyhanlı da, Roboski' de, Diyarbakır 'da, İstanbul 'da, Ankara' da, Suruç'ta, Soma'da, Ermenek 'te kaybettiklerimize, Manisa'da ve Isparta'da bir ekmek için yollarda yaşamını kaybeden tarım işçilerine sözümüz var! Unutmayacağız unutturmayacağız! Adalet için, barışı ve demokrasiyi kalıcı kılmak ve yaşatmak için, bu topraklarda eşit bir şekilde özgürce yaşamak için mücadelemize devam edeceğiz."
Bu kararlılığı aynı şekilde, 12 Haziran 2016 tarihinde gerçekleştirilen Halkevleri 24. Olağan Genel Kurulunda da gençler, genç kalanlar, yaşamı hep genç bir yürek ile karşılayanlar, büyük, coşkulu, muhteşem bir kalabalıkla yinelediler.
Genel Başkan Oya Ersoy “Biz bu ülkede çalmayan, çırpmayan emeği ile geçinen, emeğinin hakkını isteyenleriz. Barış içinde kardeşçe, çevremize, ağacımıza, deremize, suyumuza sahip çıkanlarız. Baskıya, zulme, şiddete, karanlığa, gericiliğe ve özgürsüzlüğe direnenleriz” diye söze başlıyor ve devam ediyor:
“Bu ülkeyi Ortadoğu’nun savaş merkezi yapmaya çalışanlara inat, kardeşçe yaşayacağımız barış ülkesini kuracağız. Bunu hep birlikte gerçekleştireceğiz. Başta biz kadınlar! Bizler ‘yarım’ değil, insanların yarısını oluşturanlarız. Sokaklar bizimdir, mahalleler, alanlar, parklar, kentler bizimdir. Yer altındaki, yer üstündeki kaynaklar bizimdir. Hava, toprak ve su bizimdir. Emeğimiz bizimdir. Bu ülke bizimdir.”
“Bu ülke bizimdir” diyenler, toplumda çatışma, şiddet her türlü baskı ve yıldırmalara karşı duranlar, söylem ve eylemsellik düzeyinde yeniden bir arada durmanın, örgütlü şekilde davranmanın biçimlerini oluşturacaklar. Savaşlar düşleyen iktidarların önünde, insanın yaşam hakkını, aklın egemenliğini, emeğin kutsallığını, barışın iyiliğini ilân etmek ancak bununla olası.
Şairin (H. Atabaş) dediği gibi “Umut, her Zaman”! Yeter ki biz onu çoğaltabilelim. (NOB/EKN)