Biz ve ötekiler arasındaki ilişki 20. Yüzyılın son yıllarında, çok kültürlü dünyaya girince kırılmaya başladı. Rönesans deneyimi Avrupalıları, ötekilerin varlığı konusunda bilinçlendirmişti.
Diğer yandan antropoloji alanında yapılan çalışmalar, farklı topluluk ve kültürlerin, çeşitlilik, karmaşıklık ve farklı değerler üzerine bilgi sağlamasına olanak sundu.
Antropoloji “birey” olarak değil, “topluluk” olarak ötekiyi araştırırken, felsefeci Levinas tüm dikkatleri “tek bir kişi ”olarak öteki üzerine çekti.
Levinas bu tek kişinin, yalnız olma halini bir topluluğun üyesi olma durumundan çok daha insani buluyor, o sessiz, mülayim, dostane olan insanın kalabalık içinde aniden bir şeytana dönüşme riski olduğunu belirtiyordu.
Ancak Levinas’ın bu saptamasını değerlendirirken farklı dinlere veya Tanrılara inanan ötekilerden değil, aynı beyaz ırk ve alışkanlıklara sahip batıya dair kültürel çevredeki “öteki” den bahsettiğini de göz ardı etmemek gerek.
Herodotos ve öteki
2500 yıl önce yaşayan ünlü tarihçi Herodotos herhangi bir nefret hissi duymadan ötekileri tanımak ve anlamaya çalışmakla kalmıyor, örneğin aslında Mısırlıların kendilerinden çok daha üstün ve köklü bir medeniyete sahip olduklarını iddia ediyordu, onun sayesinde Yunan halkı Mısırlıların barbar olduklarına dair önyargılarını kırmışlardı.
Heredotos’un bizzat onları tanımak istemesinin nedeni, kendimizi tanımanın yolunun ötekileri tanımaktan geçtiğini bilmesiydi, ötekiler aslında kendimizi yansıttığımız ayna olarak davranıyorlardı. Onları tanımakla kendimizi de onlarla kıyaslamış oluyorduk.
Heredotos, “dünya vatandaşı” olmayanların, ötekilerin yüzlerine kapılarını kapayarak kendilerini tecrit etme durumunu eleştiriyordu. Yabancı düşmanlığının (Zenofobi) aşağılık kompleksinden muzdarip, ötekinin kültür aynasında kendilerini görmekten dehşete düşen insanlara ait bir tür korku olduğunu düşünüyordu.
Yeni ötekinin doğuşu
Kitle toplumundan küresel topluma geçiş olarak nitelendirebileceğimiz yeni dönemde bir yandan elektronik iletişim devrimi küreselleşmeye başlamış diğer yandan da soğuk savaş sona ermişti.
Soğuk savaşın bitimiyle yeni öteki doğdu. Avrupalı olmayan ötekinin bir başka Avrupalı olmayan biri ile ilişkisinden doğan öteki türü. Örneğin; Çinlilerin ötekisi Malezyalılar ve Hintliler, Arapların ötekisi, Latin Amerikalılar ve Kongolular.
Beş yüzyıl boyunca Avrupa yalnız politik veya ekonomik olarak değil, kültürel olarak da dünyaya egemendi; kendi yasalarını, değerlerini, davranış biçimlerini ve dillerini empoze etti.
Ötekilerle ilişkisi hep asitmetrik oldu, bu adil olmayan sistem sayısız yerleşmiş alışkanlıklar yarattı. 19.yüzyılın ortasında başlayan sömürgesizleştirme (dekolonizasyon) sürecini takiben 20.yüzyılın ikinci yarısı dünya nüfusunun üçte ikisi sömürgelerden kurtulup özgürlüklerine kavuştular. Kendi özgeçmişlerini, köklerini, mitlerini, tarihlerini, kimliklerini keşfetmeye başlayıp kültürlerini canlandırdılar. Pasif nesneler veya kurbanlar olmak yerine kendilerini, kaderlerinin tayin edicileri olarak hissetmeye başladılar.
Avrupa medeniyetleri bu durumu görmezden gelip dünya masasında “öteki”ye yer vermek istemedikleri gibi onu bir yabancı, farklı bir türmüş gibi, en önemlisi de bir tehdit gibi algıladılar.
Zamanımızın en büyük meydan okuması yeni öteki ile ırksal ve kültürel öteki ile karşılaşmak oldu.
20.yüzyılın sonunda güçlenen milliyetçilik; ırkçılık ötekimizin imgesini basitleştiren, değersizleştiren adeta kaba ve ilkel bir araç, ötekiyi tanımlamayan ve sınıflandıran tek ölçüt de bireyin ulusal bağı.
Avrupalılar ve Ötekiler
Avrupalılar ve ötekiler arasındaki ilişkileri farklı dönemlere ayırmak mümkün. Bunların ilki, tüccarların ticari yollarda, elçilerin ise bir başka ülkeye diplomatik görevle gittikleri zaman ötekilerle karşılaştıkları ve 15.yüzyılın sonuna kadar devam eden dönem.
Bunu, Avrupalılar ve Ötekiler arasındaki ilişkilerin karanlık yıllar olarak nitelendirilebileceği, istilanın, katliamın, yağmanın ve çok uzun yıllar egemen olacak olan coğrafi buluşlar dönemi izliyordu. Daha sonra da ötekilere karşı açık olma, onları anlamaya çalışarak ilişkileri sürdürme, kültürel değerlerin değişimini geliştirme çabalarına sahne olduğu Aydınlanma ve hümanizm çağı başlıyor.
Antropoloji, Levinas ve Çok kültürlülük ile karakterize edilebilecek yeni bir çağın yükselişine olanak sağlayan Aydınlanma çağında Avrupalılar ve Ötekiler arasındaki ilişkiler vahşilik dönemini kapatıp modern çağa kapıyı araladı, böylelikle “dünya vatandaşı” kavramı ortaya çıktı.
“Barbar” kavramı “asil barbar” kavramı ile yer değiştirdi. Esir ticareti ve sömürgecilik halen devam etmesine rağmen Avrupalıların düşünce biçimleri ve ahlak anlayışları değişmeye başlamıştı, artık sömürgecilikten değil, medenileştirme misyonu, fakir ve geri kalmış insanlara yardım götürme ve dönüşümden bahsediliyordu.
Bu kültürel değişim çağında, Avrupa merkezcilikten tüm dünyayı kucaklayan evrensel vizyonlara sahip yeni tür bir sosyal bilim doğdu; antropoloji. Ötekini tanıyarak anlama fikrine dayanan antropoloji insan türünün bileşen özellikleri olarak ötekilik ve çeşitlilik fikrini esas alıyordu.
Antropoloji ve iki farklı ekol : Evrimciler ve Yayılmacılar
Zaman içinde, antropologlar arasından iki ayrı ekol çıktı, biri evrimciler diğeri yayılmacılar. Evrimciler, insanoğlunun kaçınılmaz gelişimine ve psikolojik birliğine inanıyorlar, bu konuda oldukça iyimserler. Yayılmacılar ise gezegenimizde birçok farklı medeniyet ve kültürün var olduğuna ve var olmaya devam edeceğine inanıyorlar.
Yer ve zamana bağlı olarak sürekli dinamik bir iletişim, yaratıcı diyalog ve değiş tokuşun egemen olduğu çok kültürlülük ile kültürlerarası ilişkiden üretilen melezleşme yayılmacıları her zaman büyüledi. Onlar için ötekiler homojen tek bir topluluk olarak değil, farklı, çok renkli, çok dilli ve farklı biçimde yaşayan farklı dini inançlara sahip kendi farklı yaşam biçimlerini sürdüren topluluklardı.
Eğer evrimcileri “küreselciler” olarak niteliyorsak, yayılmacıları da küresel karşıtı gruplar olarak tanımlamak yanlış olmaz. Bu karşıt olma durumları küreselleşme ile mücadele ettiklerinden değil, dünyayı çeşitlilik açısından çok zengin olarak kabul etmelerinden kaynaklanıyor. Her iki ekol bazı noktalarda çatışıyor gibi görünse de ortak noktaları, ötekiyi en iyi şekilde tanıyıp anlama çabaları.
Medyanın ötekisi
Ötekiyi irdelediğimizde referans noktası olarak kendimizi aldığımızı görüyoruz. Sahip olduğumuz karakteristik özellikleri norm olarak kabul ediyoruz ve farklı özelliklere sahip kişiler bir öteki olma tanımıyla karşı karşıya kalıyor. Özne, öteki üzerinden kendisini tanımladığı için ötekisi de adeta vazgeçilmez oluyor.
Öteki, egemen kültürün kendinden farklı olanı karşıtlıklar üzerinden tanımlamasında kullanılıyor. Medya, bu karşıtlıkları kalıp yargılar ve önyargıların yardımı ile sınıflandırıyor ve ötekinin temsilini simgesel anlamda yeniden üretiyor.
Bu nasıl gerçekleştiriyor? ya ötekini yok sayıyor, ona az yer veriyor, görmezden geliyor, olumsuzluk konusu yapıyor veya ayrımcı nitelemelerle anıyor ve en tehlikelisi de nefret söylemi geliştiriyor.
Ötekinin üç temel bileşeni mevcut; ırk, millet ve din. Medyanın, modern yaşamın kaos ve karmaşasından her daim yeni bir öteki yaratacağı aşikar. Bizler ve ötekiler arasındaki benzersizliklerimizi, farklılıklarımızı sürekli gündeme getirmek ötekiyi daha da ötekileştirmekten başka bir işe yaramayacak.
Medya toplumun egemen olan kimlik tanımını oluşturmada, yaymada, insanların görüşlerini etkilemede, kontrol ve meşruiyet kazanmada son derece güçlü bir araç.
Ancak medyanın öteki imgesini inşa etmedeki gücü kadar sorumluluğu da çok büyük önem taşıyor. Ötekiye dair tüm anlatım ve temsilin medyadaki “eşik bekçi”lerinin süzgecinden geçirildiği, kasıtlı veya kasıtsız olarak sadece onların düşüncelerinin onaylandığı, meşrulaştırıldığı bir ortamda, medya tüketicisinin de şüphesiz önemli bir sorumluluğu var; o da “farkındalık” seviyesini yüksek tutmak ve farklı bakış açıları aramak.
Gazetecilerin ‘öteki'ye dair pompaladıkları olumsuz ve eksik temsil döngüsünün kırılması ancak ‘öteki’ nin katılımı ile -örneğin; günlük varoluş koşullarını yansıtarak haberlere dahil edilmesi- mümkün.
Diğer yandan, haber tüketicisinin de medyanın zaman zaman gerçeklerden kopuk olarak ürettiği veya pekiştirdiği önyargı ve kalıp yargılara karşı duruş sergileyebilmesi için iyi bir medya okuryazarı olması gerekmekte.
‘Biz’ ve ‘onlar’ ikilemi üzerinden ötekinin inşasında ana akım medyanın takındığı sorumsuzluğa tanıklık ettikçe tek umudumuzun alternatif medya olduğu apaçık ortada.
Artık ötekilerin seslerini her zamankinden daha fazla duyuyoruz, kabul görmek için eskiye göre çok daha özgür bir biçimde taleplerini dillendiriyorlar ve böylelikle uluslararası arenada yer edinmeye başladılar ama halen aşılacak çok badire var.
(YGİ/EMK)
Kaynaklar:
-Hartog Francois (1988) The Mirror of Herodotus: The Representation of the Other in the Writing of History, (translated by Janet Lloyd), University of California PR, 1988.
-İnceoğlu Yasemin, Çoban Savaş (2014) Azınlıklar, Ötekiler ve Medya, Ayrıntı Yayınları.
-İnceoğlu Yasemin (2017) Medya, Nefret ve Ötekileştirme, Köprü Kitapları.
-Kapuscinski Ryszard (2018) The Other, Verso Books.
-Levinas Emmanuel (2011) Totality and Infinity : An Essay on Exteriority, Springer.
-Sarukkai Sundar (1997), The 'Other' in Anthropology and Philosophy, Economic and Political Weekly,Vol.32, No.24, pp.1406-1409.