Patricia Bosworth’un Diane Arbus: Ötekilerin Fotoğrafçısı isimli kitabı geçtiğimiz aylarda yayımlandı. Fotoğraf sanatçısı Diane Arbus’u moda fotoğrafçılığı yaptığı bir dönemde yakından tanımış olan Bosworth’un kitabı, Arbus’un sıra dışı kişiliğini, hayatını, fotoğrafçılık kariyerini, ailesiyle ve başta kocası Allan Arbus olmak üzere sanat ve yayın dünyasından çeşitli simalarla olan ilişkisini anlatıyor.
Yazar: Patricia Bosworth Çevirmen: Bilge Barhana Yayınevi : Everest Yayınları, 2019 |
Diane Arbus, Nemerov soyadıyla 1923 yılında New York’ta Yahudi bir ailenin üç çocuğundan biri olarak dünyaya gelir. Ailesi oldukça varlıklıdır. Çocukluğu ailesinin burjuvazi değerleri üzerinden yükselen yaşantısında kendi yabancılığını hissederek geçer. Öyle ki hayatının bu dönemlerine dair daha sonra, “…Acı çektiğim şeylerden biri de, hiçbir zaman güç koşulları hissetmemiş olmak ve gerçek dışı bir ortamda yetişmiş olmak…” diyecektir.
On sekiz yaşına geldiğinde, kendisi gibi fotoğrafçılık yapan Allan Arbus ile ailesinin karşı çıkmasına rağmen evlenir ve bu ikili tez vakitte bir fotoğraf stüdyosu kurarak çalışmalara başlarlar. Stüdyoları dönemin sanat camiasından tanınmış simaların uğrak yeri olur.
Diane Arbus önceleri ticari getirisi olan işler, başta Vogue olmak üzere önde gelen moda dergileri için moda çekimleri yapsa da, bu süre zarfında yaptığı işten tatmin olmaz ve kendini ifade etmek için farklı arzular duyduğu, sanatını arklı bir mecraya taşımak istediğini hisseder.
Pek çok sanat eleştirmeni Arbus’un bu dönemde çektiği en sıradan portrelerde ve moda fotoğraflarında bile, onun farklı bir pencere, karanlık bir ifade yakaladığını söyler. Keza onun bir hayli ünlenmiş çalışmalarından biri olan “Oyuncak El Bombasıyla Çileden Çıkmış Oğlan Çocuğu” isimli fotoğrafta, elinde oyuncak el bombası taşıyan küçük bir çocuğun bakışlarında çocuğun dış dünyadan yalıtılmış, gizli öfkesini yansıtış gücü onun dehasını gösterir.
Ancak yine de Arbus, sıradan insanlık hallerindeki gizleri yansıtmakla yetinmek istemez. Zira o güne dek fotoğraflanmayan, gözlerden ırak tutulan kimseler onun ilgisini daha çok çekmektedir. Çok geçmeden moda fotoğrafçılığı kariyerini bırakır ve kimsenin cesaret edemediği yerleri ziyaret etmeye, metruk binalara, sado mazoşist cinselliğin görüldüğü randevuevlerine, ıssız sokaklara, tekinsiz gece kulüplerine gitmeye, bedenlerindeki kusurlardan veya görünüşlerindeki “tuhaflıklardan” dolayı toplumun “hilkat garibesi” veya “ucube” olarak gördüğü kişilerin fotoğraflarını çekmeye başlar. Bu, onun için kısa zamanda büyük bir tutkuya dönüşür.
Arbus, zaman zaman düğünlere, dans gösterilerine, bayram törenlerine, sirklere ve çeşitli yarışmalara da giderek, orada rastladığı “acayip” görünüşlü insanların fotoğraflarını çeker. Bu bakımdan, Arbus’un sanatını Mikhail Bakhtin’in işaret ettiği, katılımcıların ve seyircilerin birlikte katıldığı, aralarındaki ayrımların kalktığı, gerçekle gerçeküstünün birbirine karıştığı karnaval kavramı üzerine kurduğunu da söyleyebiliriz. Zira Arbus, bu gibi yerlerde tanıştığı, toplumun benimsediği bedensel standartlara göre “acayip” bulduğu insanlarla, yalnızca fotoğraflayan/fotoğraflanan ilişkisi kurmaz. Aynı zamanda seyredilen ve seyirci arasındaki sınırı kaldırarak bu insanları tanımaya, onların ortamlarında bir müddet yaşamaya, dünyalarına girmeye, onları yaptığı işe katmaya çalışır.
Dahası Arbus, insanların gözlerini kaçırdığı, kaçırmadığında ise hoşnutsuzca baktığı bu kişileri fotoğraflarıyla görünür kılar. Bu, aslında toplumun sıradanlaşan estetik değerlerine, ideal bedeni ilahlaştıran yargılarına bir isyan gösterisidir. Üstelik bu görsel isyanı, fotoğrafladığı kimselere dair acıma duygusu yaratarak değil, aksine yüceltme edimiyle gerçekleştirir. Öyle ki, fotoğraflarını çektiği kimseler hakkında,
“Ucubeler fotoğraflarını en çok çektiğim kimseler olmuştur… Onlara tapardım… Birçok insanın, travmatik bir tecrübe yaşayacağına dair ödü koparken, onlar kendi travmalarıyla doğarlar ve hayattaki sınavlarını çoktan geçerler. Onlar aristokratlardır,” diyerek bakış açısını anlatır. Toplumun dışa ittiği, öteki gördüğü bu insanları tanımak, onların hikayelerini öğrenmek onu bir hayli heyecanlandırır.
Her ne kadar Susan Sontag gibi kalemler, çirkinliği vurguladığı için onun fotoğrafçılığına dair olumsuz eleştiriler getirseler de, aslında Arbus’un yaptığı, çektiği fotoğraflarla ideal beden sınırlarını hem ihlal etmek, hem de yeniden keşfetmektir. Arbus, görmezden gelinen bu insanlar hakkındaki algıyı ve onların bedenlerine yüklenen anlamı yıkar. Onları ilgi odağı haline getirerek, toplumun dikkatini mahremiyet alanlarına çeker.
Malum pek çok sanatçının gizi, erken çocukluk yıllarında saklıdır. Nitekim çocukluğundan beri, Arbus’un kafasını en çok kurcalayan mesele de normallik ve gerçeklik kavramlarının ne olduğu ve nasıl inşa edildiği olur. O, toplumun eski çağlardan beri ürettiği, geliştirdiği ve sonunda yasalaştırdığı normalliği kabul etmek istemez. Gerçek olan ve olmayanın ne olduğu hakkında mutlak bir ifade kullanılamayacağını düşünür ve sanatını da bunun üzerine kurar.
Bu saikle daha öğrencilik yıllarında, yıkık dökük gecekondular arasında veya çöplerin içinde sefil halde yaşayanlarla konuşmak, onların düşüncelerine nüfuz etmek ister. Bu insanların toplumdan yalıtılmışlıklarında, duydukları hüzünde kendine ait bir şeyler bulduğunu, üstelik bu insanlarla konuştuğunda, hiç düşmanlıkla karşılaşmadığını, onların dünyasını, kalıplaşmış değerlerle çevrili dış dünyadan daha gerçek bulduğunu söyler.
Ne var ki bu özel sanatçı, ötekilerin fotoğrafçısı doğuştan adeta bir lanet olarak üzerinde taşıdığı depresyon ve melankoli duygusuyla baş edemediğinden, 1971 yılında intihar eder ve geriye dünyanın pek çok yerindeki sanat galerilerinde ve müzelerde sergilenen fotoğraflarıyla, sıra dışı hayat hikayesini bırakır. (MK/HK)