“Bülbülü Öldürmek” pek çok kült eser gibi güncel olmaya devam ediyor.
Kısaca hatırlamak gerekirse, kitap; 1935 yılını, küçük Jean Louise yani Scout Finch’ın gözünden, Alabama’nın Maycomb kasabasını mesken tutarak eşitlik, doğruluk, adalet kavramlarının etrafında dönüyor. Kitabın ruhunu ise ana karakterlerden, avukat olan ve hikâyenin politik-ahlaki iskeletini oluşturan baba Atticus’un da deyimi ile “mide bulandırıcı” olarak belirttiği ırkçılık şekillendiriyor.
Siyahilerin de yaşadığı ama sadece alt işlerde çalışabildiği bu yerleşim yerinde çok geçmeden bir olay patlak verir. Tom Robinson adlı sakat bir siyahinin beyaz bir kadına tecavüz ettiği haberidir bu. Tom çoktan tutuklanmıştır. Siyahi nefretinin, ırkçı linçin yoğun olduğu bu yerde bir siyahın insan olarak yasa ve yaşamda yeri olmadığı için herkes bir an önce idam edilmesini bekler Tom’un…
Atticus’un bu davaya dahil olması ve Tom’un savunmasını üstlenmesi gerçek bir krizdir.
Bu krizin temel nedeni “beyazlık sözleşmesi”nin ihlalidir. Bir beyaz, hem de bir hukukçu olarak, düşman olarak görülenin yanında nasıl yer alır? Nasıl onu savunur?
Olaylar, tehditler ve sembolik şiddet ciddi boyutlara gelirken Atticus’un bu noktadaki düşüncesi şudur: Vicdanımı dinlemeliyim, kendi yüzüme bakabilmenin, başkasıyla iletişim kurabilmenin en asgari düzeyi budur… Onu bu vicdan muhasebesine iten şey ise aleni şekilde gördüğü olayın “egemen” tarafından tersyüz edilmesidir. İkinci şey ise, bir kurban yaratmanın rahatlığıdır.
Kızı ile aralarında geçen şu diyalog dikkate değerdir:
-Davayı kazanacak mıyız baba?
-Hayır! Daha başlamadan yüz yıl önce davayı kaybetmiş olmamız demek, kazanmaya çalışmayacağımız anlamına gelmez.
Dava başlar, Atticus esas mağdurun Tom olduğunu ispat eder ama yine de Tom mahkûm edilir. Kitapta da bu kısım Atticus tarafından kızına şöyle açıklanır: “Bizim mahkemelerimizde beyaz adamın dünyası ile siyah adamın dünyası karşı karşıya geldiğinde, her zaman beyaz adam kazanır. Bunlar çirkin ama hayatın gerçeği…”
Bu durumun kendisi bize birçok örnek hatırlatıyor.
Yakın zamanda vuku bulan Mazlum İçli davası gibi…
Mazlum’ın olmadığı, bulunmadığı bir davadan; her şeyiyle ispatlanmasına rağmen tahliye edileceğine cezaya çarptırılması; tarihin egemen ve öteki arasında cereyan eden mücadelesinde hukuk vb. araçların icadına dönük net doneler sunuyor.
“Her zaman beyaz adam kazanır” sözleri, Türkiye’de yaşayan ve öteki kategorisinde olan herkesin hayatı ile deneyimlediği en yakıcı gerçektir. Mahkemelerin tek bir yasası, özü itibariyle, bizden yana olmadı, olmamıştır.
Lakin biz de bugün avukat ile aynı noktadayız; bunu bile bile kazanmaya/değiştirmeye çalışmayacağımız anlamına gelmiyor.
Geçenlerde Türkiye İnsan Hakları Vakfı 14. İnsan Hakları Belgesel Film Günleri’nde bir belgesel izledim.
“A Invençao do Outro” (Ötekinin İcadı - Bruno Jorge, 2022) adındaki bu belgesel Amazon ormanlarının kayıp köşelerinde yaşayan Korubo kabilesiyle temas kurma çabalarını anlatıyor. Orada dikkatimi çeken ilk şey, yerli kabilelerin birbiri ile olan savaşları idi.
Ölüm ve yaşam dışında bir şans yoktu ve “düşman” fikrinin nasıl güçlü bir üretim olduğunu, nasıl üretildiğini, zaman ve mekân fark etmeksizin her yerde bir başkasının varlığı olarak kurgulandığını anlamak zor olmuyor.
Yani öteki, ya da düşman diyelim, bir ihtiyaç.
Kapitalizmin bir saç ayağı olarak kurgulanan ulus devletlerin “öteki”ye duyduğu ihtiyaç, ilgili organizmanın yaşam süresi ile doğru orantılıdır.
Elias Canetti, birinin bir diğerine “düşmanca” yaklaşmasının kökenine “av olarak görmeyi” koyması tesadüf değildir. Çünkü av; yakalanır, yutulur ve öğütülür…
Egemen açısından da öteki, tam da bu formül içindedir.
Yakalanması, yani kontrol edilmesi gerekir. Yutulması, yani asimile edilmesi gerekir. Öğütülmesi, yani benliğin tümüyle yerle yeksan edilmesi gerekir. Frantz Fanon’dan özetlersek (ve sömürge dediği şeyi de “egemen” olarak okursak); “Sömürgeleştirme yalnızca insanları avucunun içine alarak ve onların beyinlerinin bütün düşünce ve içeriğini boşaltarak tatmin olmaz. Sapkın bir mantıkla, baskı altındaki halkın geçmişi üzerinde çalışır ve onu çarpıtır, biçimini bozar ve yok eder.”
Eric Hobsbawm’ın “öteki kim?” sorusuna verdiği yanıtta iki şey karşımıza çıkar: Biri deri rengi diğeri dil… Yani “biz olmayan” ötekinin karakteristik iki öğesi budur.
Şu an gündemde olan dil meselesi, sil baştan tartışılıyor. Adeta her söylem yeniden icat ediliyor. Deri renginden kurtarsan da dil rengi engel! Geçenlerde TBMM’de Süryanice tartışması yaşandı. Ötekinin de ötekisi olarak söz hakkı olmadığı, Meclis’te de olsa, vekil de olsa bir öneminin olmadığı netleşmiş oldu. Suçsuzluğu ispatlanan ama yine de ceza verilen Tom sendromu geçerli oldu.
Oysa vekil George Aslan’ın dediği “Biz uzaydan gelmedik, bin yıllardır bu topraklardayız” sözleri, sandalyelere çarpıp kendisine geri geldi…
En başta değindiğim kitabın mantığından da gidersek, bülbüller insanların bahçelerindeki bitkileri yemezler, bir yerlere yuvalamazlar… Sadece içlerini dökerler!
Bir ötekinin yaşam bagajında gerçek manada “iç dökme” ve diyalog arayışı vardır. Bir başkasının bitkisini yemek, onun yerine yuvalamak değildir. Lakin iddialar hep bunun olduğu üzerinedir.
Gündemlerimiz dost/düşman, biz/öteki olarak işliyor.
Mevcut iktidar aklı tüm varlığını, tüm sermayesini buna yatırmış durumda.
Kadınlar, gençler, emekçiler, mücadeledekiler… Herkes biz ve ötekinin bir parçası olarak damgalanıyor. Ona göre hukuk, güvenlik, siyaset aktifleştiriliyor.
2023’ü geride bırakırken, iliklerimize kadar hissettiğimiz en temel argüman, ötekiliğimizdir.
Unutmamak lazım ki biz ve öteki ayrımında, öteki bir yaratımdır.
Hayali Doğu’yu yazan Thierry Hentsch, ötekiliği/ötekiyi; kendini tanıma/tanıtmanın da kendini reddetmenin de ifadesi olarak görmesi son derece haklıdır.
Yani her ayrım kendine de zarar, kendini de inkardır.
Egemenin ister Türkiye ister dünyanın başka bir yerinde, hesaba katması gereken şey şudur: Ötekiye dair öngörülen her şey faturaya işlenir. Fatura kabarır da kabarır. Mutlaka bir gün o fatura ile yüzleşilir. Her erteleme anlık tatmin sağlayabilir, ama bumerang misali gelişi hızlandırır.
(ÖA/VC)