4-7 Haziran tarihleri arasında, sadece Avrupa Parlamento seçimleri yapılmadı; aynı zamanda Avrupa tasavvuru üzerinde artık ciddi bir tartışma iklimi ve çözüm arayışı zamanının çoktan geldiği tüm ivediliği ve önemiyle su yüzüne çıktı. Seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı genel Avrupa manzarasını, Paris'in ışıltılı Eiffel kulesinden veya Amsterdam'ın her daim gezinti botlarıyla süslü kanallarından soyutlayarak betimlersek, karşımıza çok bilinmeyenli, ama aynı zamanda çözümü birkaç temel tespite dayalı bir denklem çıkmaktadır.
Teknokratik yapılanmaya karşı tepki
Öncelikle, Avrupa Birliği işlevsel ve kurumsal olarak giderek teknokratik, şekilsel ve edilgen bir görünüme büründüğü için, Avrupa halklarının gözünde demokratikliği ve halka yakınlığı sorgulanmaya başlanmış; tüm girişimleri de "halka rağmen ve halk için" şeklinde algılandığından dolayı doğal bir reddediş ve içselleştirememe durumu doğmuştur. Seçimlere katılımın yüzde 43 gibi rekor bir düzeyde olması, sandığa giden oyların "uçlarda gezinmesi", bu toplumsal psikolojinin en temel göstergesidir. Bunun yanı sıra, küresel mali krizin Avrupa halklarını doğrudan etkilemesi sonucunda, zihinlerini birincil sıradan meşgul eden kriz travması ve buna getirilecek çareler bağlamında Parlamento'nun kayda değer hiçbir girişimde bulunmaması, ulusal ekonomi politikalarının koordinasyonunda herhangi bir kolaylaştırıcı rol üstlenmemesi, bu ilgisizliği tetikleyen bir başka etken olmuştur.
Küresel mali kriz karşısında Avrupa'nın demokrasi ve kimlik krizi
Yaşanan süreç, sadece ekonomik kriz değil, aynı zamanda demokrasinin ve Avrupalılık kimliğinin krizidir. Hoşgörü ve liberalizmin kaleleri olarak nitelendirilen İngiltere ve Hollanda'daki seçim sonuçları ve Avrupa Parlamentosu'nda ağırlıklarını artıran AB karşıtlarıyla önümüzdeki dönemde karar alma süreçlerinde önemli aksaklıkların yaşanabileceği endişeleri, hiçbir yoruma gerek bıraktırmayacak kadar ortadadır.
Yepyeni bir demokrasi söylemi ve deneyimi, artık bugünkü Avrupa sınırları dışında aranmalı; mümkünse model alınabilecek sistemlerden yararlanılmalıdır.
Keza, söz konusu demokratik açmaz giderek ekonomik krizi de derinleştirecek; küreselleşme dinamikler karşısında içe kapanmacı söylemleri özümseyen halklar ve yönetimlerin, Avrupa genişlemesini durdurması, bu kriz sürecini farklı boyutlarda daha da sürekli kılacaktır. Türkiye'nin (ve üyelik koridorunda bekleyen diğer ülkelerin) bir parçası olmayı hedeflediği Avrupa evininse, giderek Jean Monnet'nin halkları kucaklayan ilerici - demokrat söyleminden uzaklaşması, Türkiye'nin de üyelik konusunu kendi içinde tartışır ve sorgular hale gelmesinin önünü açacaktır, hatta açmaya başlamıştır bile. Keza, Türkiye'ye sürdürülebilir demokrasi perspektifi sağlaması gereken bu proje, kendi kendisiyle çelişir hale gelme ve inandırıcılığını yitirme noktasına varmıştır.
Öte yandan, AB, giderek ortak bir aidiyet alanından uzaklaşmakta, kendini giderek ulusal referanslar üzerinden tanımlamaktadır. Uluslararası Uzay İstasyonu ISS'nin oy kullanma çağrısı ("Buradan bakıldığında Avrupa birleşmiş gözüküyor!"), artık ne yazık ki Avrupa kimliğine uygulanamıyor. Çünkü, Avrupa'ya uzaydan da baksak, büyüteç altında en derin hücrelerini bile incelesek, yine de ulus-devletlere bağlı kimliklerin veya çıkarları konjonktürel olarak örtüşen birkaç ülke arasındaki ittifak üzerinden oluşturulan kimliğin ağır bastığını gözlemlemekteyiz.
Sık sık başvurulan o meşhur metaforla, ebru oluşturmaktan ziyade mozaik bir yapıdan öteye gidemeyen bir Birlik manzarası söz konusu... Avrupa Parlamentosu, halen demokrasinin bekçi köpeği (democratic watchdog) sıfatını taşıyor mu? Yoksa, demokratik ve kimliksel bir düşkırıklığından söz etmek daha mı uygun olur? Bu iki kritik soruya verilecek yanıt, bu açıdan önem taşımaktadır.
Malumun ilamı
Aslında söz konusu Parlamento seçimleri, bir açıdan Birliği yöneten muhafazakar ağırlıklı hükümetlerin çoğunluğunun profilini yansıtmıştır. Sosyalistlerin ve sosyal demokratların merkez sağ ve aşırı sağ lehine büyük bir zemin kaybı yaşamasıysa, zamanında Bernstein'in eşsiz fikir babalığı temellerinde yükselmiş olan sosyal demokrasinin, bugüne gelindiğinde tanıklık ettiği bu olumsuz ivmenin nedenlerinin sorgulanmasına neden olmuştur.
Avrupa bağlamında, Bernstein'ın sosyal demokrasi için gereken ilerleme ve değişimin önemine vurgu yapan "Hareket her şeydir, son amaç hiçbir şey" şeklindeki ünlü formülünü yeniden anımsamakta yarar var. Avrupa solu, tabandan yükselen taleplere ve küresel dinamiklere karşı bir alternatif üretemediği, "ilerleyemediği" ve kendisine atfedilen öncü rolleri üstlenemediği için, büyük bir oy ve güvenilirlik potansiyelini kaybederek, sahneyi, aşırı sağcı ve neo-faşistlere terk etmek zorunda kaldı.
Bir diğer ifadeyle, tıpkı "öteki Türkiye"den de bahsettiğimiz gibi, aslında "öteki Avrupa" da, Aydınlanma çağı ve Kant felsefesinin üzerinden yükselen o müthiş birikimin karşısında "Eurosclerosis" hastalığının düzenli aralıklarla nüksettiği, milliyetçilik ve öteki düşmanlığının adeta kanser hücreleri gibi sürekli yayıldığı, dış dünyaya karşı "zihinsel korkuluklar"ın üretildiği, özgüven eksikliğinin yerle yeksan olduğu ve Avrupa'ya yeni bir "mahalle baskısı" yaşattığı bir yapıya karşılık gelmektedir. Sosyolog Nilüfer Göle'nin de sık sık ifade ettiği gibi, yeni Avrupa profilinin ortaya koyduğu ötekileştirme ekseninde "Bir araya gelme noktaları, iç içe geçişler ve eklemlenmelerden bir yenilik zemini ortaya çıkıyor mu?" sorusuna yanıt arayacak bir zemin yaratma gereği kendini artık fazlasıyla hissettiriyor.
"Öteki Avrupa"nın "ötekileşmemesi" için Beyin Fırtınası
Tüm bu düğümü çözecek tek bir umut ışığı var: İvedilikle, yeni bir Avrupa tasarımına gidilmesi ve Obama'nın küresel sisteme sunduğu o umut ve heyecan verici siyasi ve hümanist söylemin, Avrupa'yı Avrupa yapan evrensel değerlere eklemlenerek, Avrupa bütünleşme hareketinin ruhunu yeniden bulması... Aksi takdirde, 1970'li yıllarda yaşanan o "Eurosclerosis" durumu, bu yeni hastalıklarla (öncelikle de, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, ötekine karşı hoşgörüsüzlük) derinleştiği gibi, Aydınlanmacı damarı külliyen tıkayabilir...
Felsefi düzlemden bir temenni
Alman idealizminin önde gelen temsilcilerinden Hegel'e göre, adına "Tarih" denilen şey, halklarda beliren "Ruh"un gelişmesinden başka bir şey değildir. Bir başka ifadeyle, tarihin belli bir X anında, herhangi bir halk, ruhun gelişmesini, hukuk, devlet, ahlak ve tarih alanlarını temel alarak üstlenir ve içinde beliren yeni ruhun bilincine varır; kendi özünü fark etmeye başlar. Böylelikle, "Mutlak Ruh" olarak adlandırılan şey ortaya çıkar. Umalım ki, AB'nin mutlak ruhu, Parlamento seçimleri öncesi ve sonrasındaki içe kapanmacı, kuşkucu ve marjinal yaklaşımlara geçit veren ruhu mutlaklaştırmasın... (MT/TK)
* Menekşe Tokyay, Global Political Trends Center (GPoT) [Küresel Siyasal Eğilimler Merkezi]