Yıllarca önce gayrimüslimlere uygulanan askerlik kanunu ile ilgili Vehbi Koç’un söylediği sözler, sınır ötesi operasyonlarda yaşamını yitiren asker sayısının üç haftada 21’e ulaşması ve bu askerlerin çoğunun ise yoksul ailelerden gelmesi üzerine sosyal medyada yeniden dolaşıma sokuldu ve konu birkaç açıdan hızla aktüel hale geldi. Ne demişti o açıklamasında Vehbi Koç?
“Türkler askere giderdi ölmeye, hasta olmaya. Katolikler, Ermeniler ve Museviler bedel öder, askerlik yapmazlardı. Büyük paralar kazanır, en güzel yerlerde yaşarlardı. Biz de onlara hayran hayran bakardık.”
Varsılların çocuklarının askere gitmeyerek bedelli askerlik kanunundan yararlanmaları ve yaşamlarını yitiren askerlerin de yoksul aile çocukları olmasına dikkat çeken bu sözler; o günün uygulamalarından bihaber kesimler için kullanışlı bir argüman oldu. Gerçekten de Müslüman olmayanlar varlıklı oldukları için mi askere gitmiyorlardı yoksa askere alınmıyorlar mıydı? Bu “Katolikler, Ermeniler ve Museviler’’ hep zengin, Türkler ise (aslında Müslümanlar) hep fakir miydi? 1901 doğumlu Vehbi Koç duyduklarını mı anlatıyordu yoksa kendi tanıklığını mı?
1911 yılında Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda bu konudaki tartışmalardan haberi olmayan ve kimin neyi savunduğunu bilmeyenler için yıllardır anlatılan ezberler hemen devreye girdi ve bu sözler şovenizmi ve ırkçılığı azdırmaya tabii ki yetti…
“Sosyalist vekiller’’ grubu
1908 devrimi sonrasında Meşrutiyet’in ilanı ve Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe konmasıyla Meclis yeniden açılmış ve iki dereceli seçimlerle oluşan parlamento çalışmalarına başlamıştı. Mecliste; 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi üye olmak üzere toplam 288 üye vardı. Tarih yazımında Müslüman vekillerin tümü Türk sayıldıkları için Kürdistan vilayetlerinden gelenler ayrıca belirtilmiyordu. Meclis-i Mebusan’daki bu durum hem Abdülhamid’in hem de İttihatçıların Kürtleri “kendilerinden’’ sayma politikasının da başarısına işaret ediyordu.
Yeniden açılan Meclis’te, İttihat ve Terakki Cemiyeti listesinden Ermeni Devrimci Federasyonu (EDF) adına iki kişi, Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’ndan (SSİF) ve Sosyal Demokrat Hınçak Partisi (SDHP) adına da birer kişi, Meclis’te fiili olarak “işçi haklarını koruma grubu’’ ya da “sosyalist vekiller’’ grubu olarak faaliyet sürdürmeye başlamışlardı. Kanun teklifleri veren, sosyalizm propagandası yapan bu dört vekilin; Osmanlı’da askerlik kanununun yeniden düzenlendiği ve tartışıldığı oturumlardaki sözlerine şimdi yeniden dönüp bakmakta sonsuz fayda var. Özellikle sol/sosyalist hareketin siyasal tarih bilinci yoksunluğunu bir kez daha görmesi ve bununla yüzleşmesi açısından da fayda var!
Bu dört sosyalist vekil; eğitim, adalet, kadın hakları, vergi adaletsizliği, sendikalar ve örgütlenme özgürlüğünün yanı sıra, askere alma ve Müslüman olmayanların ordu içindeki pozisyonu üzerine de tartışma sürdürdüler.
EDF, geniş bir tartışma örgütledi
1895 yılında jandarma alaylarına Müslüman olmayanlar alınmaya başlamış, ancak bu alımlar yine gayrimüslimler için koşulların ağırlığı ve bunun sonucu olarak onların isteksizliği sebebiyle başarılı olamamıştı. 1909 yılında “Ahz-ı Asker” kanun teklifi ile Meclis’e sunulan “layiha” (tasarı) belli görüşmeler ve tartışmalar neticesinde Temmuz 1909’da kabul edildi. Ermeni mebuslar Hıristiyanların askere alınması kanununun bir an önce çıkartılması taraftarıydılar. Çünkü 1908’in Osmanlıcı programına inanıyorlar ve bu eşitsizliğin ortadan kalkması gerektiğini düşünüyorlardı. İktidarda olan İttihatçılar ise devlet bütçesine ciddi bir katkı sağladığını gördükleri Hıristiyanların bedel karşılığında askerlikten muaf tutulmasının devamından yana olduklarından bu işi savsaklıyordu.
Aslında varlıklı Hıristiyanların lehine olan bu durum, yoksul Hıristiyan ahalisinin ve köylülerinin iflahını kesmekteydi. İstenen parayı denkleştiremeyenler, kaçak durumuna düşüyorlardı. Bu meseleyle ilgili EDF, Beyoğlu’nda düzenledikleri halk toplantısında askere alma şekli, yöntemi ve zamanlamasıyla ilgili geniş bir tartışma örgütledi. Ama bu konuda SDHP temsilcisi ve Adana vekili Hamparsum Boyacıyan kimi usul ve yöntemler önermekteydi. Çünkü geçirdiği uzun hapishane hayatı ve sürgün yıllarından Osmanlı Ordusu’nun yapısını biliyordu. Hamparsum Boyacıyan “milis” önerisinde bulunuyor ve İsviçre örneğini veriyordu. Kuşkusuz bu konu Türk vekiller için en hassas konuların başında gelmekteydi. Düzenli ordu yerine milis, onlar için anlaşılır bir şey değildi! Bu öneriye şiddetle itiraz edilmesi üzerine Boyacıyan şöyle diyecekti:
“Şu halde ben iddia etmiyorum ki, altı, yedi haftada, üç ayda öğretebilelim. Hayır, ben başka noktadan iddia ediyorum ki, üç aylık yerine altı aylık olsun. Bugün cümlemiz kabul ettik ki, muallimler muaf tutulsunlar ve onlardan birisi de bendenizim; fakat bugün ihtiyaca kâfi miktarda muallimimiz olsaydı, bendeniz iddia edecektim ki, hatta muallimler de asker olsunlar. Benim başka bir mülahazam vardır. O da eğer bizim Ordularımıza akıl ve baliğ ve arif, terbiyeli, vazifeşinas, taassub-u milliyye ve diniyyeden muaf muallimlerimiz efrad ile temasta bulunsalar, orduya dahil olsalar, bunun manen büyük faydası vardır, buna hiç şüphe yoktur. Eğer böyle olsaydı, 31 Mart Vakası gibi vukuatlardan azade olurduk. Onun için arzu ediyorum ki, okumuş kimseler, askerimizle her halde temasta bulunsunlar. Çünkü bunun, söylediğim gibi, faide-i maneviyyesi vardır. Eğer ki, biz müsavat nokta-i nazarından düşünecek olursak, hiç şüphemiz yoktur ki, askerlikte milis usulünü kabul etmiş olsaydık, bugün bilcümle efrad-ı millet, askerlik vazifesini öğrenmiş olurdu.”
"Fukara efradı daima ölecek, zengin de daima kazanacak"
Erzurum’dan yüz bin oyla seçilerek Meclis'e giren Vartkes Serengülyan ise sınıf farkı gözetilmeksizin herkesin askere alınmasını isterken, sadece fakir ve yoksul ailelerin çocuklarının askere alınmasının haksızlık ve adaletsizlik olduğunu vurguluyordu. Askere gitmeyerek bunu para karşılığında yapanlardan da daha yüksek ücretler alınmasını istediği konuşmasına, her zaman olduğu gibi onun sosyalist kişiliğine sataşmalar ve protestolar arasında devam etti:
“Onun için, benim neşrettiğim bu fikirler, Hıristiyanlığa veyahut bizim Kanun- u Medenîmize muhalif ise, reddedin. Böyle ‘sosyalisttir’’ diyerek benim hakiki sözlerimi reddetmek başarı değildir. Ve zannederim ki, milletin menfaatini mucip değildir. Siz de anladınız ki, biraz sosyalistliğe gitmek lâzımdır. Şimdi, zenginlerden mutlaka bizim, ziyadesiyle istifade etmeye hakkımız var… Demek isterim ki, fukara efradı daima ölecek, mahvolacak ve zengin de daima kazanacak. Bunu inkâr edemezsiniz. Onlar da 50 lira verip kurtuluyorlar.
REİS - Zenginlerin evlâdı askere gitmiyor mu?
OHANNES VARTKES (Devamla) - Onlar 50 lira verip kurtuluyorlar. O zenginlik sayesinde çocuklarını da muharebeye göndermiyorlar. Muharebede şehit olmaktan da mahrum oluyorlar! Mademki öyle şeyler büyük iftihardır! Mademki, fukaralara muavenet etmek zenginlerin vazifesidir, bendeniz diyorum ki, bir nisbet lâzımdır. Cavit Bey Hazretlerinin dediği gibi, 2000’e kadar geliri olan, %12 versin. 5000’e kadar olanlar %15 versin. 10000’e kadar olan da %20 versin. 1 milyon varidatı olan da senede 100 bin lira verse ne zararı var? Efendiler, iyi biliniz ki, eğer bizim, asker koğuşlarında cahil, âlim, fakir, zengin bir arada oturmazsa hiçbir vakit başarı olmaz. İcap eder ki, âlim ve zengin ve fukara çocukları birbiri yanında otursun. O vakit hepsinin eşit olduklarını, hepsinin aynı vatanın evlâdı, aynı ailenin efradı bulunduklarını anlayacaklardır. Yoksa ben kendi çocuğumu muharebeye gönderip onun ölüm haberini aldığım halde âlim veyahut zengin bir adamın çocuğunu gözümün önünde gezerken gördüğüm vakit hatırıma eşitlik ve kardeşlik hislerinden ziyade nefret ve düşmanlık düşünceleri gelecektir. Bu öyle bir hakikattir ki, bunu alenen söylememek için insan mantık sahibi olmamalıdır. Mustafa Arif Bey diyor ki, mademki zengin çocukları bedel verip üç ay askerlik etmekle bu vazifeden kurtuluyorlar, âlimler de ne için üç ayla bu hizmetten kurtulmuş olmasınlar. Pek doğru söylüyorlar. Bu cidden haksız bir muameledir. Fakat bu haksızlık için başka bir haksızlık yapmak doğru değildir. Ben bunun aleyhindeyim.”
Aynı oturumda “Hamidiye Alayları”nın isim değiştirerek “Hafif Süvari Alayları” olarak mevzuatta aynen korunmasına da Boyacıyan itiraz edecekti.
Kuşkusuz bu yasa tartışılırken sosyalist Ermeni vekiller çok zorlanmış olmalıdırlar. Bir yandan o günün koşullarında adaletli bir askerlik sistemini savunmaya çalışırken, diğer yandan Osmanlı askerlik işleyişini bildikleri için gayrimüslimlerin karşılaşacağı zorlukları da kestirebiliyorlardı. Ama 1909 yılında gayrimüslimlerin askere alınması uygulamasının, 1915 yılında on binlerce Ermeni gencinin geri mevzilerde yol yapım ve bakımında çalıştırıldıkları “amele taburları”nda sistematik olarak ve topluca katledilmesini de beraberinde getireceğini öngörmemiş olduklarını tarihsel süreç gösterecekti.
1915’te Anadolu içlerinden savunmasız kafileler Deyrizor’a doğru sürülürken, bu kafilelerin çoğunluğunu yaşlılar, kadınlar ve çocuklar oluşturuyordu. Köklerinden kopartılarak çıkartıldıkları bu ölüm yolculuğu sonrasında, onların geride kalan malına-mülküne çökenlerin, “…askerlik yapmazlardı. Büyük paralar kazanır, en güzel yerlerde yaşarlardı. Biz de onlara hayran hayran bakardık’’ demesi densizlik olduğu kadar, buna inanılması da zır cahilliktir.
Kaynakça:
- Kadir Akın, Saklı Tarihin İzinde, Dipnot Yayınları, 2. Baskı, 2021, Ankara, s.313-314-315-316
- Yeğig Cerecyan, Medzn Murad-Hampartsum Boyacıyan, Tarih Enstütüsü, 2006, Erivan, s.131
- TBMM Arşivi, 17 Ekim 1911, C. 1, s.183
- TBMM Arşivi, 17 Ekim 1911, C. 1, s.175
(KA/VC)