Tarihçi Yavuz Selim Karakışla, Toplumsal Tarih dergisinde -2002/Aralık sayısında- yazdığı bir yazıda, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren yasakçı bir devlet olduğunu, vatandaşlarına verdiği bireysel özgürlükleri dahi, koyduğu yasakların haricinde kalan, yasaklanmayan yaşam hakları olarak tanımladığını beyan eder. İsabetli bir tahlildir bu. Zira Osmanlı Devleti’nde kamu düzenini sağlamak adına konulan yasaklar, devletin bekasını ve vatandaşların refahını temin edecek asgari düzeyde olmaktan ziyade merkezileşmeyi güçlendirecek azami ölçüdedir. Yasaklar vatandaşların hak ve özgürlükleri gözetilerek düzenlenmez. Aksine temel hak ve özgürlükler, yasaklar üzerinden tanımlanır ve vatandaşlara sorgulayamayacakları bir idari yapı içinde adeta “bahşedilir.”
Kuruluşundan yıkılışına değin Osmanlı Devletinde yaşayan halklar, kökünü kimi zaman geleneklerden kimi zaman uhrevi inanışlardan, bazen de hükümdarların kişisel tercihlerinden alan türlü yasaklar çerçevesinde hayatlarını idame ettirirler. (Konunun meraklıları Reşad Ekrem Koçu’nun Osmanlı Tarihinde Yasaklar isimli çalışmasına göz atabilir.) Bu yasaklardan bazıları Cumhuriyete de tevarüs eder, siyasi geleneğimizde kendine yer bulur. Keza biri var ki, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini yaşayan bizleri dahi hala uğraştırır. O da, basına yönelik uygulanan sansür mekanizmasıdır.
Osmanlı’da ilk gazeteler halkı devletin yaptığı faydalı işlerden haberdar etmek, kamuoyuna yönelik duyurular yapmak için çıkar. Ne var ki, bu gazeteler zamanla kamuoyuyla paylaşılmayan meseleleri, gizlenmeye çalışılan hadiseleri de yayımlamaya, devlet yöneticilerine bazı önerilerde bulunmaya başlayınca, dahası mizah dergilerindeki taşlamalar devlet adamlarını hedef alınca, pek çok dergi ve gazete devlet adamlarının öfkesini üzerine çeker. Osmanlı ilk sansürle 1867 yılında, Sultan Abdülaziz’in padişahlığı zamanında Mahmut Nedim Paşa tarafından çıkarılan kararnameyle birlikte tanışır. Bu kararname bağlamında bazı yazılı basın organları süresiz olarak kapatılır, gazetelerde çıkan karikatürlere ve görsellere belirli sınırlandırmalar getirilir, gazetelerin çoğunluğu denetimden geçmeden yayın ruhsatı alamaz. Dönemin ilgi gören gazetelerinden Sabah Gazetesi çalışanlarından Şemseddin Sami, sansürlenen yerleri boş bırakarak sansürü protesto etme geleneğinin öncülüğünü yapar.
II. Abdülhamid dönemine gelindiğinde ise sansür vahim boyutlara ulaşır. Babası Abdülmecid’i devirmek için tertiplenen Kuleli Vakasına, Amcası Abdülaziz’in öldürülüşüne*, ağabeyi Murat’ın çıldırdığına, sonra kendi yerine geçirilmek için düzenlenen Çırağan Vakası’na şahit olan, atalarını tahtlarından eden isyanların hikayelerini dinleyerek büyüyen Abdülhamid’in tahta çıkmasıyla birlikte en büyük korkusu bir ayaklanma çıkması ve neticesinde tahtını kaybetmek olur. Otuz üç senelik saltanatında tesis ettiği idareyi işte bu korku şekillendirir.
Padişahın tahtından indirilme korkusu zamanla öyle bir paranoyaya dönüşür ki, vatandaşların hayatlarına yönelik yasaklar hiç olmadığı kadar artar. Basın yayın organları üzerindeki sansür mekanizmasının sınırları da bir hayli genişler. Eğitim müfredatı da bu mekanizmadan nasibini alır ve okullarda eski saltanatlı günlerin hatıralarından, Plevne Gazisi Osman Paşa’nın kahramanlık hikayelerinden başka bir şey anlatılmaz. Aynı savaşta Rus ordusunun Yeşilköy’e kadar geldiğini kimse zikredemez. Tarih kitapları Osmanlı padişahlarının hayatlarını bir başarı silsilesi olarak göstermekten öteye geçemez. Vatan, millet, hürriyet kelimeleri gazetelerde yer bulamaz. Avrupa devlet adamlarının her nevi fotoğrafı gazetelerde basılırken, sıradan bir Osmanlı vatandaşı padişahın fotoğrafını bir defa görmeden, neye benzediğini bilmeden ömür sürer.
Padişah yalnızca yazılı basını değil, bol bağışlar vererek kurduğu hafiye teşkilatıyla vatandaşların hayatının her alanını baskı altına almaya çalışır. Yalnızca padişaha muhalif bir siyasi harekette değil, en ufak bir siyasi mahfilde yer alan biri dahi hafiyeler aracılığıyla anında jurnallenebilir ve ne olduğunu anlamadan kendini Fizan’da, sürgün yerinde bulabilir. Adım başı hafiyenin bulunduğu, komşunun komşuyu, kardeşin kardeşi, hasmın zaten hasmı jurnal ettiği payitahtta her gün bir ev basılır, basılan evlerdeki evraklar ve kitaplar toplatılır. 1
Abdülhamid döneminde suç addedilen, “evrakı-ı muzırra”, yani sakıncalı evraklar çoğu zaman rejim muhalifi yayınlar olabildiği gibi, zaman zaman da siyasi mevzularla alakasız ders kitapları, birtakım güldürü oyunlarının metinleri de olabilir.
Zamanla padişahın istibdat yönetiminin muhalifleri arttıkça, sansürün sınırları da, sansür denetleme kurullarının sayısı da artar. En zararsız ders kitabı dahi defalarca incelendikten sonra basımına izin verilir. Yeni bir gazete veya dergi çıkacağı zaman gereken izin çok zor alınır, almaya muvaffak olunduğunda ise türlü teminatlar verilir.2
Abdülhamid kendisine muhalefet eden kim varsa uzak diyarlara sürdükten, süremedikleri zar zor Avrupa’ya kaçtıktan sonra siyasi suç sayılacak bir yazılı evrak basmaya cesaret edebilen kolay kolay çıkmaz. Yasağa konu olacak gerçek bir malzeme olmayınca bu sansür meselesi absürt bir hal alır. Artık padişahın iri burnuna işaret ettiği için burun kelimesinin, veliahdı işaret ettiği için veliaht kelimesinin gazetelerde yer almamasına, Yıldız, zulüm ve adalet kelimelerinin halk arasında dahi kullanılmamasına, doğan çocuklara padişahın kardeşlerinden birinin, şehzade Murad’ın ya da Reşad’ın isminin kat’a verilmemesine çok dikkat edilir. Padişahın veliaht olan kardeşlerinin kendi yerine geçmesine dair duyduğu korku öyle büyüktür ki, 1904 yılında vefat eden ağabeyi V.Murad’ın cenazesi kimsesizler gibi defnedilir, basında ölümü veya cenazesi hakkında tek satır dahi yer almaz. 3
Ne var ki her yasak beraberinde tepkiyi de getirir. Bilhassa Abdülhamid’in sansür uygulamalarıyla büyümüş 1870 ve 80 kuşağı bu sansür uygulamalarının sıkıntısını duyarak yetişirler. Daha sonraları Meşrutiyet’i ilan ettirecek ve Cumhuriyet’in kurucu kadroları arasında yer alacak olan bu kuşak gizlice tertipledikleri meclislerde “evrak-ı muzırra” sayılan yayınları okur, kendi aralarında tartışmalar yapar, memleket meseleleri üzerinde kafa yorarlar. Bilhassa Tevfik Fikret’in Sis şiiri sansürden yaka silken bu kuşağın gizlice ezberlediği şiirlerin en ünlüsüdür.
Nihayetinde bu baskı ortamında yetişen Jön Türkler 1908’de Meşrutiyet’i ilan ettirince bir müddet basında ve halk arasında sansür ve yasaklar kalkar. Basındaki yasakların kurbanı olan genç aydınlar sürgün yerlerinden nümayişlerle İstanbul’a dönerler. Düne kadar yayın hayatına devam edebilmek için padişaha en belagatli satırlarla övgüler düzen gazeteler eski rejimi taşlamak için sıraya dizilirler. Çok sayıda gazete ve dergi yayın hayatına başlar.
Ne yazık ki bu durum çok sürmez. Hürriyetin ne olduğunu anlayamayan, bireyi değil cemaati önemli sayan Osmanlı toplumunda, yıkılan bir istibdadın yerine tez vakitte başka bir istibdat daha kurulur. Abdülhamid’in baskısıyla hür bir ülkenin özlemini çekmiş İttihatçılar 31 Mart ayaklanmasını bastırdıktan sonra yaşadıkları zafer sarhoşluğuyla bu defa otoriter bir yönetim kurarlar. Basına yönelik sansürü düzenleyen Matbuat Kanununu üzerinde birtakım değişiklikler yaparak yeniden yürürlüğe koyarlar. İttihat ve Terakki’ye muhalif çok sayıda gazete kapatılır. Gazeteler ha bire sansüre uğratılır. Keza Balkan Savaşlarında çok yakınlarında yaşanan yenilgilerden Çatalca’da Bulgarların attığı topların sesi gelene kadar İstanbul sekenesinin haberi dahi olmaz. I. Dünya Savaşı’nda gazeteler Çanakkale’den gayrisini yazamaz. Sarıkamış Faciası, Enver Paşa’nın bir zaferi olarak yer alır gazete sütunlarında.
Birinci Dünya Savaşı sona erip, saltanattan düşen İttihatçıların yerine alan işgalci güçler ülkenin yeni yöneticileri olarak İstanbul’a gelince, bu defa gazeteler işgalci güçlerin sansür mekanizmasına maruz kalırlar. İşgali protesto eden yüz binlerin katıldığı mitinglere, Anadolu’daki direnişe gazetelerde yer verilmez. Vatandaşları işgale karşı tavır almaya davet eden muharrirlerin yazıları boş bir sütun halinde gazetelerde yerini alır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı’nın özgürlükleri yasaklardan arda kalan haklar şekilde tanımlayan bu katı felsefesini elbette yumuşatılmış olarak miras alır. Özgürlükler, vatandaşların arzularına göre değil, devlet tarafından “bahşedildiği” kadarıyla sınırlı kalır. Nitekim bu katı felsefe bağlamında, günümüzde basın özgürlüğü gibi temel bir hak dahi baskı altına alınıyor, basına yönelik yasakların sınırları gitgide genişliyor. Daha geçtiğimiz günlerde meclisten geçen RTÜK’e internet üzerine denetim hakkını veren yasa tasarısından sonra düşünce ve ifade özgürlüğü yalnızca eli kalem tutanlar için değil, sosyal medya hesabı olan sıradan vatandaşlar için dahi yakın gelecekte imkansız hale gelecek gibi gözüküyor. (MS/HK)
* Sultan Abdülaziz’in intiharı hala tartışmalı bir konudur. Lakin Sultan Abdülhamid onun bir suikast sonucu öldürüldüğüne inanmıştır.
1- Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları, Pozitif Yayıncılık, İstanbul, 2012
2- Yavuz Selim Karakışla, Eski Hayatlar Eski Hatıralar, Doğan Yayıncılık, İstanbul, 2015
3- Hagop Mintzuri, İstanbul Anıları, Aras Yayıncılık, 2017