*Adolf Hitler'in sağ yanındaki Rudolf Höss.
Rudolf Höss, Yahudi Soykırımı'nın simgesi Auschwitz'in komutanı olarak tanınıyor. Gençlik hatta çocukluk yıllarında başlayan askerlik hayatının ilk dönemiyse Osmanlı topraklarında geçmişti.
Rudolf Höss, 118 yıl önce 25 Kasım 1901'de Almanya'nın Baden-Baden şehrinde doğdu.
1922'de Nazi Partisi'ne, 1934'te SS'lere katılan Höss, Auschwitz toplama kampının ilk komutanı oldu. Höss'ün biyografisini yazanların en az değindiği konu kendisinin küçük yaşlarda başlayan askerlik hayatı.
Özellikle de Osmanlı topraklarında gördüklerine, yaşadıklarına dair.
"Bu kuyudan su içmek mantıklı değil"
1961 yılında yayımlanan ve Holokost çalışmalarının başlangıç eseri sayılan Avrupa Yahudilerinin Yok Edilişi kitabının yazarı Raul Hilberg'e göre Rudolf Höss, 15 yaşındayken Osmanlı altında ordusu ile birlikte Bağdat, Kut-ül Amare ve Filistin'de savaşmıştı.
Bu dönemde Alman ordusu Osmanlı cephelerinde "silah arkadaşlığı" yapıyordu. Ancak müttefikler arasında gerginlik de vardı.
Emre Can Dağlıoğlu'nun Agos'ta "Kut'ül Amare ve Soykırım" yazısında da belirttiği gibi Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük amcası olan Halil (Kut) Paşa'nın komutasındakilerle yaşadıklarını Musul'daki Alman Konsolos Yardımcısı Holstein şöyle aktaracaktı:
"[Halil Paşa'nın] Kurmaylarından bir albay biraz önce bana Musul'da da Ermenilerin başının ezilmesi gerektiğini ve bunu kendisinin yapmak istediğini söyledi; benim engel olmama da izin vermeyecekmiş; Almanlar Türklerin dostluğuna ihanet ediyormuş, çünkü Ermenileri kurşuna dizmelerine engel olmak istiyormuşuz."
Kısa süreli de olsa Britanya birliklerini mağlubiyete uğratan "Kut'ül Amare Zaferi"nde Osmanlı'nın eline geçen Hindular en kötü muameleyi görecek, Ermeni Soykırımı'na da tanıklık edeceklerdi.
Onlardan biri Sisir Sarbadhikari, Musul'dan Resulayn'a doğru giderken, kuyuların içinden bir dolu böcek çıktığını görünce günlüğüne not edecek ve şöyle diyecekti:
"Bu kuyulardan su içmek mantıklı değildi, birçoğunda Ermenilerin cesetleri çürüyordu."
Höss'e Osmanlı madalyası
Mezopotamya ve Filistin'de defalarca yaralanan, 1917 ve 1918'de Demir Haç, İngilizlerin "Gelibolu Yıldızı", Almanların "Demir Hilal" olarak adlandıracağı Osmanlı'nın Harp Madalyası ve Baden Hizmet Madalyalarını kazanan Rudolf Höss, yazdığı otobiyografisinde Ermenilere yer vermeyecekti. Soykırım sürecinde aynı bölgede bulunmuş olmasına rağmen...
Höss, otobiyografisinde anlattığı kadarıyla bir dönem Ermenistan'da da bulunmuştu, hatıratında şöyle diyecekti:
"Pek çok dini fanatikle karşılaştım, hacda, manastırlarda, Filistin'de, Irak'ta Hicaz yolu üstünde ve Ermenistan'da."
Rudolf Höss'ün, Ermenistan'ın neresinde bulunduğuna dair net anlatımı olmasa da, savaş hattında izlediği rota ve Almanya'ya dönüş hattına bakıldığında Osmanlı sınırlarındaki Batı Ermenistan'dan geçmiş olması muhtemel. Zaten o dönemde Ermenistan denildiğinde de çoğunlukla aynı bölgeye atıfta bulunuluyordu.
"Düşman" ile karşılaşma
Höss'ün anılarına göre askerlik hayatı 15 yaşında babasının ve dedesinin izinden gitmesiyle başlıyordu.
Bu şaşırtıcı değildi çünkü çocukken en büyük eğlencesi sonrasındaki yıllarda başarılı bir tüccar olan babası Franz Xavier Höss'ten Doğu Afrika'daki askerlik görevini, "isyan eden yerlilere karşı" savaşını dinlemekti.
Kısa süre cephe gerisinde yer aldıysa da sahaya gönderilmesi uzun sürmeyecekti. Alman ordusunun Höss'ü yollayacağı yer Osmanlı topraklarıydı:
"Türkiye'ye oradan da Irak cephesine gönderildim. (...) O zamanlar hala zengin bir doğu şehri olan Konstantinopolis'te kalmak ve trenle, atla korkutucu Irak cephesine yolculuk yeni bir deneyimdi."
Fakat Rudolf Höss'e göre bu deneyimden daha önemli olan "düşman" ile ilk karşılaşmasıydı.
Almanya'nın Osmanlı ile birlikte girdiği savaşta cephedeki düşman Britanya ordusuydu. Cephede Britanyalılar ile birlikte sömürgelerden getirilenler yani Yeni Zelandalılar ve Müslüman Hintliler ve Hindular da bulunuyordu. Genç Rudolf Höss'ün karşısına çıkanlar da bu kesim olacaktı:
"Cepheye geldikten kısa süre sonra bir Türk bölüğüne bağlandık ve bizim süvari birliğimiz üç Türk alayıyla birlikte takviye güç olarak harekete geçti. Yeni Zelandalılar ve Hintliler saldırı başlattığında biz hala eğitim alıyorduk. Çatışma yoğunlaştığında Türkler kaçtı. Almanların küçük birliği bir zamanların gelişkin medeniyetlerin kalıntıları ve taşların arasında çölün engin genişliğinde izole edilmiş haldeydi ve yapabileceğimiz en iyi şekilde kendimizi savunduk. Cephanemiz yetersizdi ve ilk yardım istasyonu atlarımızla birlikte geride kalmıştı. Düşmanın ateşi yoğunlaştı ve durumumuzun ne kadar ciddi olduğunu anladım. Birbiri ardına yoldaşlarım yaralandı ve sonra aniden yanımdaki adam ona seslendiğimde cevap vermedi. Döndüm ve kanın başından aldığı ciddi bir yaradan döküldüğünü ve çoktan öldüğünü gördüm. (...) O zamana kadar tek bir kez bile etrafa ateş etmemiştim ve sadece Hintlilerin adım adım yaklaşmasıyla artan dehşeti izlemiştim. Bir tanesi bir taş yığını içinden fırladı. Onu şimdi görebiliyorum, siyah sakallı, uzun, kıllı ve geniş bir adam. (...) İlk ölü adamım! Büyü bozuldu."
"Ateşle vaftiz"
Höss'e göre bu aşamadan sonra Hintliler ciddi bir direnişle karşı karşıya kaldıklarını anlıyorlar ve saldırılarını durduruyorlardı. Karşı ataksa Osmanlı güçlerinden gelecekti:
"Türkler bir kez daha ileri atıldılar ve bir karşı saldırı başlatıldı. Aynı gün büyük miktarda kaybedilmiş toprak yeniden ele geçirildi."
İlk savaşında, kendi deyimiyle "ateşle vaftizi" gerçekleşirken Rudolf Höss'ün yüzbaşısı onun "sakinliğinden" ne kadar etkilendiğini söyleyecekti. Höss gerçekte neler hissettiğini anlattığında yüzbaşı gülecek, her askerin böyle hissettiğini aktaracaktı.
Onun asker-babası bu yüzbaşı olmuştu. Kendisini sürekli gözünün önünde tutacak ama asla kayırmayacak olan bu yüzbaşı ile babasından daha yakın bir ilişki kuracaktı.
Taa ki bir başka Osmanlı cephesindeki çatışmada, 1918 baharındaki Ürdün Savaşı'nda öldürülünceye kadar...
Kendisini çok etkileyecek bu ölüm haberi öncesinde, 1917'nin başında Rudolf Höss'ün gönderileceği yer, Filistin cephesiydi.
Bu bölge kendisini etkileyecekti, Irak'tan farklıydı. Çünkü bu bölge, Katolik bir ailede doğan Rudolf Höss için de kutsal topraklardı:
"Kutsal Topraklardaydık. (...) Önce Hicaz yoluna konuşlandık fakat sonra Kudüs cephesine geçtik." Fakat kiliselere olan güveni sarsılacak, azizler ve manastırlarla ilgili her şeye büyük ilgi duyan hacıların İzlanda'dan gelen yosunların kârlı bir şekilde satılmasıyla istismar edildiklerini fark edecekti. Savaş ortamı da devam ediyordu. Höss bir kez daha yaralanacak ve ilk aşkı Alman hemşireyi bulacağı hastaneye kaldırılacaktı: "Kudüs ve Yafa arasındaki Alman yerleşimi Wilhelma'da bir hastaneye gönderildim. Buradaki koloni birkaç jenerasyon önce dini nedenlerle gelmişti."
Savaş sona ererken...
Savaş sona ererken Rudolf Höss farklı biriydi. Kendisi bunu "Savaştaki deneyimlerim üzerimde izlerini bırakmıştı, asla silinmeyecekti" diye anlatacaktı.
Ateşkes sırasında Şam'da bulunan Höss, her ne pahasına olursa olsun eve dönmeye karar vermişti, birliğindekilerle birlikte. Önlerinde zorlu bir yolculuk vardı:
"Anadolu'da macera dolu bir yolculuğa çıktık, sefil bir sahil gemisiyle Karadeniz'i aşarak Varna'ya gittik, Bulgaristan ve Romanya'ya üzerinden seyahat ettik ve kar altında Transilvanya Alpleri'nden Macaristan ve Avusturya'ya doğru yolumuza devam ettik. Nihayet üç aylık seyahatten sonra eve ulaştık. Bize yardım edecek haritalarımız yoktu ve okul atlasına güvenmek zorundaydık."
Rudolf Höss'ün Osmanlı topraklarında başlamış olan askeri hayatı bu noktadan sonra değişecek, Nazi rejimi içinde yükselişle sürecekti. Yıllar sonra imzaladığı Almanca yeminli ifadesinde bu dönemde yaptıklarını şöyle anlatacaktı:
"Bu vesile ile, 1941–1943 yılları arasında komutanlığını yürüttüğüm Auschwitz Toplama Kampı'nda 2 milyon Yahudinin gaz odalarında ve 1/2 milyon Yahudinin de diğer yöntemlerle öldürüldüğünü yeminli ifade ile beyan ederim. Rudolf Höss. 14 Mayıs 1946".
(SK/PT)