Bazı günlerde uykum çok tatlıdır benim, diğer insanlarda olduğu gibi. Erken yatmak, sınırları zorlayarak geç kalkmak gibi davranışlarla uykunun keyfini çıkartmayı isterim. 24 Şubat gecesi de yine böyleydi benim için, o nedenle canlı yayında izleme şansımı kaçırmıştım. Zaten bu seyir, Michael Moore’un bizlere hediye ettiği beş saniyelik gecikme kuralından dolayı çarpıcı olamayacağı için Seth Mcfarlane’ın sunuculuğu için önemliydi benim için.
Ödül alanlar? Zaten binlerce farklı sayfa listeyi yayınlayacaktı. Kim ne giyiyor? Bana hitap etmiyor. Sakallı erkekler? Hobbit’e modayı geri getirdiği için yeteri kadar teşekkür ettik zaten.
Ama tekrarında, Seth Mcfarlane’ın esprilerine gülerken, kaçırdığım 1-2 ufak şey oldu. Bill Westenhofer’ın konuşması da bunlardan biriydi.
Tanımayanlar için, Bill “En İyi Görsel Efekt” dalında Oscar ödülünü kabul etmek için sahneye çıkan ve “Life of Pi” filmini var eden takımın başındaki kişiydi. Aynı teknede bulunan bir kaplan ve bir gencin olduğu bu film, üstüne gösterilen bu görsel efekt emeği olmadan var olamaz, asla ekrana yansıtılamazdı. Bill ödülü kabul ederken müzikle sözü kesilmeden hemen önce şirketinin nasıl ekonomik sıkıntı çektiğinden bahsediyordu. İşte o anda, girilen müzik ve sesi kısılan mikrofon sayesinde Bill Westenhofer’ın sözleri ağzına tıkılmış oldu.
Ben de kaçırdım, birçok insan gibi, ama Wired’da okuduğum bir yazı ile farkına vardım diyebilirim. Meğerse “Life of Pi” nin yaratılmasını sağlayan yegane firma olan Rhythm & Hues Studios ödül töreninden yaklaşık iki hafta süre önce iflas beyanında bulunmuş.
ABD hukukuna göre “Bölüm 11” derecesi nedir, çalışanları ne şekilde bu iflasla ilişkilendirir, hiçbir fikrim yok. Okuduğum yazı, daha çok ABD bünyesindeki görsel efekt (ki bundan sonra uluslararası literatür adına VFX diyeceğim) çalışanlarının iş göçü karşısındaki durumuna temas ediyor.
Ama ortada ilginç bir nokta var ki, Rhythm & Hues firmasının başına gelenler ve bunu izleyen protestolardan bizim sinema eleştirmenlerimizin haberdar olmaması, klasik tavırlarına devam etmesi...
Singin' in the Rain'den bugüne
VFX sektörü, CO2 tüpleri ile sis oluşturmaktan, “Singin’ in the Rain” için yağmuru yaratmaktan, uygun ışıklandırma ile gökyüzünü sahte olarak yapmaktan, minyatürlere yakın açı çekimler yaparak öykü anlatmaktan bugün bilgisayar destekli hallerine büründüler. İlk adımı 1981’de Looker’da atılan CGI (Computer Generated Imagery) karakterler 2009’da Avatar ile yeni bir noktaya taşınmıştı. 1977’de minyatürler ile yapılan Yıldız Savaşları uzay sahneleri yerini 2005’de Coruscant üzerinde giriş için kullanılan müthiş bir sekansa dönüştürülmüştü. Zaman geçti, ilerleyen bu süreç hikaye anlatımında yazıda kalan şeyleri görsel hale getirmek için kullanıldı.
“Curious Case of Benjamin Button” filminin yaklaşık ilk 50 dakikasında Brad Pitt’in hiç rol almadığını biliyor muydunuz? İzlerken, eminim fark etmemişsinizdir. Halbuki o öyküyü beyaz perdeye aktarabilen o teknoloji, bu işe emek veren o sanatçılar, olabilirliğini sınırları zorlayarak var eden insanlar olmasaydı, yazılmış olan bu kısa öykü bu kadar güçlü şekilde seyirci ile buluşabilir miydi?
Ne yazık ki ilk dönemlerinde tüp kontrolörleri, mekatronik mühendisleri, kamera filtre uzmanları ülkemizde eleştirmenlerden ve seyircilerden ne kadar takdir görüyorsa, şu anda da CGI sanatçıları aynı derecede saygı görüyor gibi görünüyor.
Anlamadığım bir şekilde, özellikle ülkemizde sinema sanatı sadece yönetmen-oyuncu-senarist üçgeninde gelişip büyüyor algısı var. Halbuki bir yönetmenin ya da bir senaristin ufku, ne “Life of Pi”deki kaplanı, ne Benjamin Button karakterinin kendisi, ne de Daniel Day-Lewis’e “En İyi Erkek Oyuncu” Oscar’ını kazandıran “Lincoln” filmini yaratmaya yetmezdi tek başına.
Yanlış anlaşılmasın lütfen, bir yönetmenin, bir senaristin ya da bir oyuncunun filme kattıklarını küçümsemek gibi bir amacım olmadı, olamaz da. Ama bu ülkede bu insanlara sadece gerekli araçları vermekle kalmayan, aynı zamanda kendi bilgi, beceri ve artistik bakış açıları ile yadsınamaz katkılarda bulunan departmanları aşağılayan insanlara kızgınım.
İşin trajikomik bir yanıdır, bu insanlar nedense VFX departmanlarının sadece “The Avengers”, “Batman”, “Hobbit” gibi “blockbuster” denen ve Holywood’un para basan ama içi boş filmlerinde var olduğuna inanmaktalar. Halbuki Jennifer Lawrence’e “En İyi Kadın Oyuncu” Oscar’ını kazandıran “Silver Linings Playbook” filminde bile 170‘den fazla karede yine VFX artistleri çalışmış durumda. Televizyonda “ağır” diye nitelendirilen “Game of Thrones” dizisi, yarısından çoğunu yine VFX departmanının ellerinde geçiriyor. İzlediğimiz her film, irili ufaklı bu departmana uğruyor, orada makyajını yapıp öyle çıkıyor piyasaya. Ki buna renk düzenlemelerini (color correction) ya da basit spektrum hamleleri ile filmin daha yumuşak renklere dönüştürülmesini katmıyorum bile.
"Tuşlara basan maymunlar"
Kabul etseniz de etmeseniz de, her filme burnunu sokmuş durumda VFX. Üstelik başlangıçtan sona kadar tüm sürece de yayıldı. Sanılanın aksine, sadece gelip, 2 tüp sıkıp, 3 karakter oynatıp giden ya da filmin çekimi bittikten sonra 2 aylığına makaranın yollandığı bir yer değil VFX. Post-prodüksiyonda storyboard evresinden, sahnelerin çekimine, karakterlerin yaratılmasından, kişiliklendirilmelerine kadar elinde yetki olan, bunu da artistik becerileri ile bir ürüne dönüştürebilen insanlardan oluşan bir yer VFX.
Eğer ki bu insanlarla konuşabilirseniz, topluluklarına girebilirseniz, toplumun kendilerine bakışlarını “Tuşlara basan maymunlar” (monkeys pushing buttons) olarak değerlendirdiklerine şahit olursunuz. Çünkü özellikle yönetmene atfedilen o yücelikten ve tanrısallıktan dolayı VFX artistlerinin sadece “şunu şöyle yap!” diye gelen direktife uyan, düşünmekten aciz köleler diye bakılmakta. Bu başka ülkelerde de böyleyken, bizde zaten entellektüel değerlendirmede de kendisini gösteriyor.
Eğer ki Türkiye’de entellektüel olarak nitelendirilen insan grupları ile karşılaştıysanız, az çok fark etmişsinizdir. Entellektüel kesim, ilgi ve uzmanlık alanları neyse bunun en büyük problem olduğuna inanır, bu nokta dışındaki her şeyin çok kolay ve zahmetsizce yapılmış olduğuna kendisini inandırmıştır. Azınlık haklarında da böyledir bu, cinsiyet eşitsizliğinde de. Çalışan sınıfı için de görürsünüz, sanat ve sanatçının konumunda da. Herkesin kendi odağıdır önemli olan, ayrıca dinlenme imkanı olduğu için de bunu genelde üstü kapalı olarak dile getirmekten çekinmez.
Eşitlikli sinema sanatı için
Yani sinema eleştirmenleri, sinemayı yönetmen merkezinde dönen bir çark olarak nitelendirip, geri kalan herkesi Roma’daki köleler gibi resmederler dışarıya. Kimse “casting” sorumlularından bahsetmez, kimse ışığın/sesin öneminden söz etmez. Eğer tanınmış değilse, kimse film müziklerini bizimle paylaşmaz. Dert, sadece yönetmendir.
Bu yazıdaki sıkıntı, bunalım ve dert işte budur aslında. Ne işlerini kaybeden ABD’ki VFX sanatçıları, ne dünyanın başka ülkelerinde uygun vergi düzenlemeleri ve çalışma şartları ile iş göçünü karşılayan firmalar, ne 14.03.2013 tarihinde yapılması planlanan ve “Ben de Pi’den bir parça istiyorum” (I want a slice of Pi’ too) (Çünkü ABD sisteminde tarih 03.14.2013‘tür ve Pi sayısı 3,14‘tür) eylemi, ne de VFX’in önemini insanların gözüne sokup geri kalan sinema departmanlarını yermektir.
Bu yazı, biraz daha eşitlikçi, biraz daha geniş açılı bir sinema sanatı bakış açısını düşünmek içindir. Çünkü Weta, ILM, Pixar gibi bir prodüksiyon stüdyolarına bağlı VFX firmaları hala ayakta, kendi hikayelerini paylaşabiliyorlar insanlarla. Diğer tarafta teknolojinin kat ettiği yol sayesnde izleyebileceğiniz bu video gerçek zamanlı olarak bir Playstation 4 cihazında renderlanabiliyor. Yani anlık değişimler ve verilen kararların yansıması artık bir süreçten geçmiyor, direkt seyirci ile buluşabiliyor. Bu da daha farklı hikayeleri, daha farklı tekniklerle, çok daha açık uçlarda işleyebilmeyi mümkün kılıyor.
Olayın başka bir hattında, benim çokça bahsettiğim Quantic Dream firması ve David Cage, yanına aldığı William Defoe ve Ellen Page ile birlikte kendince hikaye anlatmanın, izleyiciyi buna dahil etmenin başka bir yolunu arıyor. Hazırladığı projesi Beyond: Two Souls hikayeye katkıda bulunan seyirciyi, verilen kararlara göre şekillenen hikayeyi anlatıyor. Ama bunu yaparken, ya da yapımını bizimle paylaşırken bizi teknolojisinden, arkasında dönenlerden mahrum bırakmıyor. Hatta senkronize bir şekilde bize bunu sunuyor ki, projenin bize sunulan halinin arkasındaki emeği ve unutulmuş departmanları görebiliyoruz. Cage bunu belki de departmanlarına ne kadar hakim olduğunu, çalıştığı insanlara ne kadar özgür davranan bir yönetmen olduğunu göstermek için yapıyordur, kim bilir. Ama sebebi ne olursa olsun, doğru bir şeyler yaptığı belli.
Üstelik bu gördüklerimizle, drama eğitiminde sanatçıların yaptığı doğaçlama pratikleri ile haşır neşir olmayanların yükselemeyeceği bir kariyer olduğunu anlıyoruz. Mankenden/güzellik yarışması finalistinden bozma oyuncuların yaşamımızı işgal ettiği bu zamanda, hayal gücü ve katabilecekleri ile öykü anlatımlarına ruh verebilecek insanların değerini de anlayabiliyoruz. Çünkü gerçeğine uygun bir sette karakter oynamak, tümüyle bir stüdyoda anlatılanı hayal edip oradaymış gibi davranabilme becerisinin yanında bir hiçtir...
Eğer ki siz de “Yönetmen için ölürüm!” diye bağıran güruhtansanız, bilesiniz ki yaptığınız hiç ama hiç hoş değil. İrisiyle ufağıyla bir film projesinde elini taşın altına sokan o kadar çok insan var ki. Kabul, bunların bir kısmı çıkan ürüne katkıda bulunurken, ürünü değil de verilen direktifi düşünüyor işleri doğrultusunda. Ama artistik bakış açısı ile filme yaklaşan tek insanın yönetmen olduğunu düşünmek, o kişi olmazsa herşeyin direkt “sıfır” seviyesine ineceğine inanmak ve elinde konuşma hakkı olup da insanlara bunu söylemek çirkin bir davranıştır.
Bugün beyaz perdede ya da televizyonlarımızda anlatılan öyküler, imkanların neler olduğuna ve o işin başındaki kişilerin neleri mümkün kılmak için çabaladığına bağlıdır. Eğer ki yönetmenler de bizim eleştirmenlerimiz ve seyircilerimiz gibi düşünselerdi, Anadolu’nun köy ve kasabalarındaki yaşamlardan kesitler dışında hiçbir şey izleyemezdik.
Dünyada birileri hayal ettiği, bu hayali binbir hokkabazlık ile bir platformda var edebildikleri için şanslıyız. Ve hayır, bu işteki en büyük parmak yönetmenin değil bazen, ne kadar inat etseniz de. Bir gün bir yönetmeni 64 kişilik orkestranın başına oturtun da, en romantik sahnenizi tavana çıkartan o müziği nasıl da güzel (?!) hazırladığını keşfedin. (SK/HK)