2013 Mayıs sonlarıydı bir tweet atmıştım, "Big brother is watching you" gibi bir ifadeyle. Her şeyin bana çok umutsuz geldiği, kendimi 1984’ten çıkamıyor gibi hissettiğim bir zamandı. Sadece bir kaç gün sonra Gezi başladı ve karamsar bulutlar dağıldı gitti.
Bana kendimi 1984’te hissettiren neydi? Bu ünlü distopyada insanlar baskıcı bir düzen içerisinde yaşarlar, Büyük Birader tarafından tele-ekranlar, düşünce polisleri tarafından sürekli izlenmektedirler. Kuralların dışına çıkanlar cezalandırılır. Kuralların dışına çıkanı ihbar etmek aynı zamanda herkes için bir görevdir. Bu yüzden kimse kimseye güvenmez. Böyle bir yerde, iki insanın aşkı var olan kuralları yıkacaktır. Ne var ki, sonunda bedel ödemeleri gerekir. İşkence ile birbirlerine düşürülürler ve hapishaneden çıktıklarında otoriteye boyun eğerek herkes gibi hayatlarına devam ederler.
Nitekim o günlerde kızlı-erkekli ev tartışmaları vardı. Komşunun komşuya birbirini ihbar etmesi tembihleniyordu. Geçmiş gün, her şeyin bir günde değiştiği ülkede o günün gündem ayrıntılarını hatırlamak zor. Ama hissiyatımı hatırlıyorum; aynı romanı okuduğumda nasıl boğuluyor gibi olduysam ülkede patlak veren her baskı dolu gündem maddesi aynı hissi yaratıyordu.
Sonra Gezi başladı. El ele o karamsar tablo yıkıldı. Daha somut ifadeyle, gri merdivenlerin gökkuşağı rengine boyanması gibiydi. Meğer nice insan varmış aynı ben gibi bu distopyada yaşamaktan bıkmış, nefes almak isteyen. Biber gazı bulutları arasında geçen günlerden sonra rengarenk bir park yaşamı kuruluverdi. Yolda yürürken birbirine bir pardon bile demeyen insanların yaşadığı İstanbul’da, müthiş kibar, uyumlu, yardımsever davranışlar sergilenmekteydi. Gazdan yaşarmadığı kadar bu duygusallık gözümü yaşartıyordu. “Ütopik" barış ve kardeşlik dolu dünya hali, Gezi’de gerçeğe dönüşmüştü. İnsanlar birbiri arasında ayrım gözetmeksizin, çeşitlilik ve uyum içinde günler geçirdiler orada. Sonunda gene gazla bitti. Fakat etkileri o kadar kolay geçecek gibi değildi.
Gezi kırılma noktası oldu ve bir çok alandaki etkileriyle beraber, 7 Haziran sonuçlarına da ön ayak oldu. Muktedirin yıpranışının ivme kazanması Gezi ile başlamıştı, 7 Haziran da yansımasıydı. Belli ki, bu sonuç kabullenmek açısından pek kolay olmamış. Seçim sonrası sessizliği fırtına öncesine yormak lazımmış. Bir başka distopik hissiyatlar başlatacak fırtına.
Kış aylarında Saramago’nun Görmek’ini almıştım, seçimlerden sonra elime geçti, okumaya başladım. Terminolojisel olarak tam distopya sayılabilir mi bilemiyorum ama romandaki hikaye şöyledir; bir ülkede seçim yapılır fakat bardaktan boşalırcasına yağan yağmur sebebiyle başkentte kimse gün boyu oy kullanmaya gitmez. Ancak sandıkların kapanmasına yakın seçmenler oy kullanmaya gider; sonuçlar ise şaşırtıcıdır. Halkın büyük çoğunluğu beyaz/boş oy atmıştır. Hükümet bu sonuçtan “dış güçleri” sorumlu tutar, suçluların bulunması için halkın arasına muhbirler salar ve diğer kentlere de yayılmayı önlemek için olağanüstü hal ilan edip şehre giriş çıkışları yasaklar. Halkı cezalandırmak için güvenlik güçlerini şehirden çekip kaos çıkmasını ve insanların onlara ihtiyaç duymasını bekler fakat hükümetin umduğu olmayınca, içişleri bakanlığı metroya bomba koyarak kendi eliyle kaos yaratır. Saldırı ölümle sonuçlanınca yas ilan edilir, insanlar tepki gösterir fakat polis olmamasına rağmen sorunsuz bir eylem gerçekleşir.
Bu kitabı okurken aklıma seçim öncesi saldırılar gelmekteydi. Fakat seçimden sonra zaman ilerledikçe kitap daha da anlam kazandı. Saramago’nun iktidar tahliline hayran kalmamak mümkün değil. Ha anlattığı ülke, ha "Hükümet olmazsa kaos çıkar”, Suruç katliamı, çözüm sürecinin bitirilmesi, 400 milletvekili karşılığında huzur vaatleri… Yerine koyalım; 400 milletvekili sağlanamadığı için cezalandırılan bir halk, güçlü bir iktidara ihtiyaç duyulsun diye yaratılan kaos ortamı ve her gün ölen sayısız insan.
Distopyayı boşa çıkarmak bizim elimizde. Şayet sağduyu ile yaklaşmaya devam ettikçe yaratılmaya çalışılan ”ihtiyaç" psikolojisini aşmak, isteneni vermemek mümkün. Tıpkı romandaki gibi, acılar için bir araya gelmek, ayrışmadan yürümeye devam etmek lazım. Tekrar Gezi’yi hatırlayın. Yanımızdaki insanın hangi etnik kökenden/dinden/anadilden olduğunu önemsemeden direndiğimiz günlerde, bir arada yaşamak mümkün değil miydi? O insanlar bir yere gitmedi. Hepimiz birbirimize düşürmeye çalışanları aramıza almadığımızda bir arada yaşamanın ne kadar mümkün olduğunu görmedik mi, birlik duygusunu hissetmedik mi?
Ne zaman ki, hem öldürülen erlere hem polis kurşunuyla balkonda vurulan çocuklara üzülüp (farkli anadillerde de olsa) “yeter artık” dediğimizde ve barış talep ettiğimizde istediklerini alamayacaklar. Hiç kimsenin öldürülmediği günlere uyanmak dileğiyle... (AA/EKN)