Açık söylemem gerekirse her ramazan ayı geldiğinde, “aman dikkat” demek geçiyor içimden.
Neden mi? Hemen paylaşayım. Olmadık bir yerde, olmadık bir anda, beklenmedik biriyle; oruç ve oruçlu olmak üzerine, ya da oruç ve sabır üzerine, oruç ve tahammül üzerine çok da gerekli olmayan ayaküstü bir tartışma en gerekli hale bürünebiliyor.
Şöyle bir yokluyor ve merak ederek sorup araştırıyor ve öğreniyorsunuz: Oruç hemen her dinde ve her inançta değişik şekillerde var(mış)…
Oruç her inanışta varmış...
Ve hemen hepsinde de ana gaye; “Nefis terbiyesi”, “Beden terbiyesi”, “Ruh terbiyesi” olarak dile gelecek ve kabul edilebilecek bir durum olarak ifade buluyor.
Bakın mesela Budistler orucu kastederek; “Nirvana’ya (kurtuluşa) ulaşmanın yolu, arzulardan vazgeçmekle mümkündür” der.
Manicilikte oruç; “Işığını gönderen güneşe ve aya dua etmek” şeklindedir.
Keltler; eski Roma ve Yunan toplumlarında orucu felaketlerden kurtulmak için bir yol olarak kabul ederler.
Yahudilerin Yom Kippur (Tövbe günü) adını verdikleri büyük oruç, aslında bir kefaret orucu, yani günahlarından arınma ayinidir.
Hıristiyanlıkta ise oruçta esas olan “kişinin gururunun kırılması, günahlı olmasının” farkında olarak tuttuğu oruçla, pişmanlık duyup tövbe etmesidir.
Alevilerde Muharrem orucu, “Âli’nin oğlu Hüseyin’in 72 seveni ile katledilişine”, yani zalimin zulmüne tepkidir.
Elbette bu saydıklarımızı daha da ayrıntılandırmak mümkün.
Elbette Müslümanlıkta da oruç tutmak tek kelimeyle bir nefis terbiyesi ve beş borçtan birinin “eda”sıdır.
Ama benim asıl derdim sadece İslamiyet üzerinden bir oruç okuması ve ayini yaparak, bir de tutulan oruçla birlikte adeta hayatı “yasaklar” üzerinden yaşanmaz kılarak, çekilmez hale getirmekle ilintili…
Hemen her ramazan ayında günler boyu oruçlu biriyle karşılaşıp; “Bu oruç ağız, beni günaha sokma!”, “Oruçluyum, beni yorma”, “ Orucum, beni konuşturma”, “ Oruçluyum, benimle uğraşma”, “Oruç, oruç kafamı bozma”... bu ve buna benzer ifadelere muhatap olmayalım.
1 Eylül'de oruç tuttum
Sırf bu nedenle Ramazan’ın ilk günü, 1 Eylül’de oruç tuttum. Aynı gün öğlen yemeğine davet edilmiştim.
Gittim ve yemek yiyen iki dostum, yakınımla onlar yemeklerini yerken görüşmemiz, konuşmamız gereken konuyu konuştuk. Onlarla da paylaştım. Oruçlu iken oruçlu birinin yanında yemek yenmez diye bir şey yok.
Aksine yemesi gerekenler yemeğini yer, yani oruçlu olmayanlar yemeğini yer ki oruç tutan da kendini, nefsini terbiye etsin. Ama nerede? Kime anlatacaksınız ki?
Toplumu öyle bir hale getirdiler ki; bütün hikâye oruç tutanlar üzerinden bina ediliyor. Tutmak istemeyenler de “oruç tutmak zorunda kalmak” konumunda hissediyorlar kendilerini. Toplum adeta bir yasaklar cenderesine hapsoluyor.
Ve bu yasaklılık gün boyu “fizyolojik olarak aç kalış” üzerinden, salt oruçlu olana tahammül, hatta neredeyse oruçluya biat üzerine bir yaşam biçimi zorlanıyor.
Bir başka açıdan da toplumun olanağı olanı, gıda tüketimi alışkanlığına zorlanıyor. Bu durumun tersten okuması da yoksulluğun, iftar çadırları önünde uzun kuyruklar, sıcak aş dağıtan “imarethanelerin” önünde devasa kalabalıklar ve en acısı da yoksulluğun bir avuç yiyeceğe “politik olarak” mecbur edilişinin alışıldık ramazan görüntüleri...
Dolayısıyla inanç temelli nefis terbiyesi, yerini başka şeylere terk ediyor. Bir yanıyla adeta terbiye sınırları aşılarak oruç tutmayan ya da tutamayanları en iyimser tabirle toplum dışına itmekle “terbiye etmek” şeklinde bir algı genelleşiyor.
Daha acımasızları da oruç tutmayanları cezalandırmayı kendinde bir hak olarak görmeye kalkıyor.
Diğer yanıyla da ramazan ayında oruçla birlikte “yoksullarla dayanışma” adı altında sistemin dayattığı “neoislamik kültürle” yapılanlar “yoksulluğun kader olduğu” imajını pekiştiren ve adeta vazgeçilmez hâle sokan bir argümana dönüşüyor.
Bana ve benim gibilere düşen de şu soruyu orta yere sormak olarak algıda zuhur ediyor. “Oruç mu tutuyorsunuz, kafa mı?”(ŞD/EZÖ)