Bu korkunun iki nedeni vardı: Birincisi, Kıbrıs burjuvazisinin Kıbrıslılık bilinci çerçevesinde Kıbrıs milliyetçiliğini yaratıp bağımsızlık mücadelesine kalkışabileceğidir. İkinci neden ise gelişmiş bir işçi sınıfının, dünyada hızla yükselen Komünist hareketin de etkisiyle, Kıbrısta yenilmesi çok zor bir Sosyalizm mücadelesini başlatabileceğidir.
20 yüzyılın ilk yarısında İngiliz sömürgecilerin bu olası süreçlerden korkmaları için yeterince nedenleri vardı. 1930-50 yılları arasında Kıbrıs ekonomisinde yapılan düzenlemeler bu süreçlerin önüne geçmeyi amaçlıyordu. Enosisi fazlasıyla hafife alan İngiliz Sömürge Yönetimi, kendileri izin vermediği sürece Kıbrısın Yunanistanla birleşmesinin mümkün olamayacağına inanıyorlardı.
Dünyada kapitalizmin gelişme sürecinin, ne kadar engel olurlarsa olsunlar Kıbrısı da kıskacına alacağını düşünen İngiliz Sömürgeciler için önemli olan bu süreci mümkün olduğu kadar geciktirmekti. Enosis, bu bağlamda kendiliğinden eskiyecek bir talep olarak algılanıyordu.
Kıbrısta sermaye birikimini kontrol altında tutup, özel kapitalist işletmelere kaynak sağlayacak alanları zekice düzenleyerek kapitalizmin doğal seyrini değiştirmede başarılı oldular. Kıbrıs ekonomisi ağırlıkla iki alan üzerinde yeniden oluşturuldu. Bir tarım ülkesi olan Kıbrısta tüm tarımsal etkinlikler, çok iyi işleyen kooperatifler zinciri yoluyla mutlak bir denetime tabi tutulup orta sınıf güçlendirildi ve tarımda büyük kapitalist işetmeler doğal yoldan engellendi. İkinci alan ise tüm siyasal risklerine rağmen sömürgeciliğin olmazsa olmazı doğal kaynakların sömürüsü, yani madencilikti.
Kıbrısın doğal kaynakları 5 maden şirketi arasında paylaştırılmıştı: Kıbrıs Maden Şirketi, Kıbrıs Bakır ve Kükürt Şirketi, Krom Maden Şirketi, Yunan Maden Şirketi ve Amiyando Maden Şirketi. 1942 yılında Kıbrıs işçi sınıfı, Enosis yüzünden bölünmesine rağmen maden ocaklarındaki kötü koşullar işçileri sürekli olarak birlikte mücadeleye zorluyordu.
1947 yılından itibaren Kıbrıs işçi sınıfı tümüyle kontrolden çıkıp birlikte mücadeleye başlar. 8 Ocak 1948 tarihinde Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk sendikaları her türlü dayanışma ve işbirliğini öngören İşbirliği Protokolunu imzalarlar. 13 Ocak 1948 tarihinde başlayan maden grevi, Kıbrıs çapında genel grevlerle desteklenerek Sömürge Yönetimiyle hesaplaşmaya dönüşür.
5 ay süren grev sonucunda Kıbrıs İşçi Sınıfı yenilse de mücadelesine devam eder. 1952 yılındaki Liman işçileri grevinden sonra 1954 yılında bu kez Sosyal Sigorta hakkı için ortak mücadele başlar. Örgütlü ve ortak mücadele bilinci bir kez yeşermişti ve siyasal sorunlar da dahil hiç bir şey bu bilincin önüne geçemiyordu.
İngiliz Emperyalizminin yüzyılların sömürgecilik tecrübesine dayanan öngörüleri her türlü önleme rağmen gerçekleşmeye başlamıştı ve bir kez daha Kıbrıstaki etnik sorunlar sömürge yönetiminin imdadına yetişti. 1955den itibaren Kıbrıslı Türk ve Rum sağcıları birbirlerini besleyerek gelişmeye başladılar. Kıbrıs tarihinde ortak kutlanan ikinci 1 Mayıs olan, 1 Mayıs 1958den sonra ortak vatan yaratmak için büyük gayret gösteren Kıbrıs Türk solunu yok etme harekatı başladı. Ortak mücadeleyi savunan Kıbrıslı Türk yurtseverler ölüm listelerine alındılar. Birçoğu vuruldu ve Kıbrıslı Türk işçiler PEOdan istifa etmek zorunda kaldılar. Buna rağmen ortak mücadele girişimleri son bulmaz. Eylül 1958de sendikaların toplumlararası çatışmalara karşı ortak yayınladığı bildiri ve Aralık 1958de toplanan Kıbrıs Madenciler Konferansı son bir gayretle atılmış adımlar olarak tarihimize geçer. Kıbrıs İşçi Sınıfının mücadelesinde belirgin bir düşüş olsa da işbirliği devam ediyordu. Sömürge yönetiminin son günlerinde 5 bin kamu çalışanının grevi ve 1963e kadar Kıbrıs Maden Şirketine karşı yürütülen ortak mücadele aslında hem hükümete, hem işverene ve hem de iki toplumdaki sağcı militarist güçlere karşı veriliyordu.
1963 sonundaki toplumlararası çatışmalardan sonra ortak vatan rüyası erişilemez olmuş, kapitalist sömürünün sürekli birleştirdiği işçi sınıfı etnik çatışmalara yenik düşmüştü. Zaman zaman alevlenen etnik savaşın gölgesinde sürüp giden iş yaşamı 1968e kadar ortak bir mücadeleyi imkansız kılıyordu. 1968den sonraki görece siyasi istikrar da böylesi bir birlik için yeterli ortamı sağlayamıyordu. 1974den sonra ayrılık kesinleşti. Artık Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum işçiler birbirlerinden sınırlarla, dikenli tellerle ayrılmışlardı.
1980 sonrasında kuzey Kıbrıstaki işsizlik yaşam koşullarını kötüleştirmeye başlayınca, Kıbrıslı Türk işçilerin giderek artan oranda güneyde çalışma talepleri ortaya çıkmaya başlar. Geçim sıkıntısı içerisindeki Kıbrıslı Türkler çeşitli yollardan güneye geçip çalışmaya başlarlar. Durumu kontrol altına alabilmek için kuzeyde bir büro oluşturulur ve özel izinle güneye çalışmak için günübirlik geçişe imkan tanınır. Bu yolla prestij kırıcı kaçak geçişler engellenmeye çalışılır. Haklarında güvenlik soruşturması yapılan işçiler sıranın kendilerine gelmesini beklerken hatırlı tanıdıkları yolu ile bu umut kapısını açmaya çalışıp duruyorlardı.
Hiç bir zaman kaçak geçişlerin önü alınamasa da genelde tercih edilen yol özel izinli geçişlerdi. Çalışma izinli işçiler çok sıkı kontrol altında tutuluyor, işçiler de en ufak bir olayda izinleri iptal edileceğinden kendi kendilerine oto-kontrol uyguluyorlardı.
Ağustos 1988de Özgürlük dergisinde bu işçilerden biri ile yapılan bir röportajda işçinin izni iptal edilmesin diye ismi saklı tutulmuş, bunun üzerine dergi çevresinde konuşan işçinin kim olduğunu öğrenebilmek için uzun süre araştırma yapılmıştı. O yıllarda yaklaşık 800 özel iznli Kıbrıslı Türk işçi, tümü de PEOya üye olarak ve tüm sosyal haklardan yararlanarak Kıbrıslı Rum işçilerle birlikte genellikle inşaat işlerinde çalışıyordu.
1990lı yıllarda kuzeydeki ekonomik kriz derinleştikçe izin talepleri de olağanüstü artmaya başlar. Ortaya çıkan kontrol edilemez talebi yatıştırabilmek için izinli işçi miktarı artırılmaya başlanır. Ama kuzeydeki statükonun stratejisi ile tam bir zıtlık içerisindeki bu duruma statükocuların direnci de gittikçe artmaya başlar. İhtiyaca cevap vermekten çok uzak olan izin miktarı kaçak geçişlerin artmasına neden olur. Gece karanlığında sınırdaki boşluklardan güneye kaçan Kıbrıslı Türk işçi sayısı artıkça güneyde çirkin bir işçi pazarı oluşmaya başlar. Sınır kapılarının açılmasından hemen önce güneye kaçak geçişler o zamana kadar görülmemiş düzeye çıkmıştı. Kıbrıslı Türkler her gün yakın çevrelerinden birilerinin güneye kaçtığını öğreniyor ve zincirleme bir etki ile bu sayı gittikçe artıyordu.
Sınır kapılarının açıldığı 23 Nisan 2003de güneye izinli geçen Kıbrıslı Türk işçi sayısı 2 bin civarındaydı. Artan işçi sayısı ile birlikte verimli bir pazar da oluşmuştu. Genellikle statükoculardan oluşan aracılar, işçilerden komisyon alarak Kıbrıslı Rum işverenlerle özel anlaşmalar yapıyor ve ücretlerin düşmesine, sendikasız, sosyal güvencesiz ucuz işgücü pazarının oluşmasına neden oluyorlardı. Bu durum kuzeydeki statüko için de, işçileri işyerlerinde bile kontrol altında tutabilme imkanı tanıdığı için istenen bir durumdu.
Bugün kuzeyden güneye geçen işçi sayısı tam olarak bilinmemektedir. Zaten bu konu her zaman bir devlet sırrı olarak gizlenmiştir. Bu sayı hakkında 7 bin ile 17 bin arasında çeşitli tahminler yapılmaktadır. Bir zamanlar işçilerin rehabilitesini üstlenen statükonun aracıları aralarına birçok aracıyı katarak karlı işlerine devam etmektedirler. Bugün, Kıbrıslı Türk işçiler, Kıbrıslı Rum patronlar için çok rahatlıkla ulaşılabilecek ucuz işgücü kaynağıdırlar.
Büyük çoğunluğu sendikasız ve sosyal güvencesiz olan Kıbrıslı Türk işçiler ayni işkolunda kendileri ile ayni işi yapan Kıbrıslı Rum işçilerin ücretinin yaklaşık yarısını alabilmektedirler. Son üç ayda Kıbrıslı Türk işçilerin ücretleri kademeli olarak 40 Kıbrıs lirasından 25-30 Kıbrıs lirasına düşmüş ve bu düşme eğilimi devam etmektedir.Yarattığı tüm rahatsızlığa rağmen eğer müdahale edilmezse bu düşüşün bir miktar daha devam etmesi beklenmelidir. Bunun nedeni güneyde çalışan bir Kıbrıslı Türk işçinin ücretinin ayni alanda çalışan Kıbrıslı Rum işçinin ücretinin yarısı kadar olduğu durumda bile, kuzeyde çalışan bir işçinin ücretinin iki katından fazla olmasıdır. Piyasanın dengeyi nerede bulacağını profesyonelce hesaplamaya çalışan var mı bilmiyorum ama iyi bildiğim bu durumun yakın geleceğimizde yol açabileceği sosyal ve siyasal tahribattan çok fazla insanın kaygı duymaya başladığı ama çok azının somut çalışmalar yapmaya giriştiğidir.
İşgücünün etnikleştirilmesi
Modern kapitalist ekonomilerde yabancı işçiye duyulan gereksinim ve ayni anda gelişen yabancı düşmanlığı birbirlerini karşılıklı olarak besleyen bağımlı süreçlerdir. Kapitalist işletmelerin sonsuz sermaye birikimi yönündeki eğilimleri sürekli olarak ucuz ve örgütlenmemiş emek gücü talebi yaratır. Emek güçleri örgütlülüklerini bir kez kazandıktan sonra sosyal yapının geriye döndürülmesi, kazanımların işçi sınıfından geri alınması çok zor ve çoğu durumda imkansız olduğundan sermaye farklı arayışlara yönelir. Ayni anda hem mümkün olan en ucuz iş gücünü hem de ortaya çıkacak toplumsal eşitsizliğin, yani toplumun en altına sıkıştırılmış düşük ücretli çalışanların sisteme gösterebilecekleri direnci en aza indirebilmenin en uygun yolu işgücünün etnikleştirilmesidir.
Sistemin işleyişi sınıfsal gerilimin en yüksek olduğu çalışma alanlarında, yani yoğun kol emeğini gerektiren işlerde yabancı işçilerin çalıştırılması şeklindedir. Bu yolla emek güçlerinin bir bölümü etnikleştirilirken, emek piyasasının en sorunlu alanlarının diğerlerinden ayrılması da sağlanmış olur. Etnik kimliğin dışlayıcı özelliği sınıf birliğini sağlamaya yönelik çabaların önündeki en önemli engel haline gelir. Çalışan sınıfların en tehlikelisi işçi sınıfı, aslında kendisinin bir parçası durumundaki yabancı işçileri düşmanı olarak görür ve sorunlarının kaynağı olarak algılar. Gündelik yaşam içerisinde ortaya çıkan olağan sayılabilecek sorunlarda bile, eğer sorun yabancı işçiden kaynaklanıyorsa hemen göze batar. Onlar toplumu tehdit eden her türlü adi suçun kaynağı, potansiyel suçlular muamelesi görürler.
Yabancı işçilere karşı yürütülen mücadele, bu mücadeleyi yürütenlerin siyasal kimliklerinden bağımsız olarak hep ayni sonuca yol açmaktadır. İster aşırı sağın milliyetçi, ırkçı diliyle olsun, ister solun çeşitli kesimlerinin yurtsever diliyle olsun, yabancı işçilerin aşağılanması, geri gönderilmelerinin talep edilmesi, toplumda yaptıkları tahribatın dile getirilmesi ve benzeri talep ve söylemler yabancı işçinin dışlanmasından, ırkçı önyargıların nesnesi durumuna düşürülmesinden başka bir işe yaramaz. Oysa bu kesimin örgütsüz ve dışlanmış oluşu varlığının da nedenidir.
Gelişmiş kapitalist ekonomiler için geçerli olan temel kurallar daha düşük düzeyde gelişen kapitalist ekonomiler için de geçerlidir. Batı Avrupa ekonomilerinde yaygın olan örgütsüz yabancı işçiler ve onların varlığına karşı gelişen ırkçılık iyi biliniyor ve çok tartışılıyor. Ama varlığı ve sonuçları sınırlı da olsa daha az düzeyde gelişen kapitalist ekonomilerin tümü ayni sorunları yaratma eğilimi taşır.
İşlevsel açıdan çok geri düzeyde de olsa yeryüzündeki herhangi bir kapitalist yapının, gelişmiş ekonomilerle ayni sorunları yaratma potansiyeline sahip oluşunu görebileceğimiz en çarpıcı örneklerden biri de son 25 yılda kuzey Kıbrıs ekonomisinde yaşananlardır. Kuzey Kıbrıs pazarının siyasal nedenlerle Türkiyeli kaçak işçilere açılması sonucu yaşanan sosyal sorunları dikkatle inceleyip gerekli dersleri çıkarmalıyız. Kıbrıslılardan çok daha düşük ücretle çalışmaya hazır Türkiyeli örgütsüz işçi kitlesinin varlığı hızla ücretlerin düşmesine ve Kıbrıslıların işsiz kalıp göç etmesine yol açarken ortaya çıkan sosyal tepkini boyutu ve niteliği batı Avrupadaki benzerlerinin tıpatıp aynısıydı.
Şimdi benzeri bir durumla yeniden karşı karşıya mı kalıyoruz? Kıbrıslı Türk işçilerin ücretlerinin giderek düşmesi, bu yüzden işsiz kalacak Kıbrıslı Rumların tepkileri ve yukarıda anlatılmaya çalışılan iyi bilinen süreç...
Kıbrısta yakın gelecekte yaşanacak olanların biraz daha farklı olacağını düşünmemiz için birçok nedenlerimiz vardır. Bu nedenlerin en önemlileri şunlardır. Bu yazının başında da anlatıldığı gibi, iki halkın ortak bir sınıf mücadelesi tarihi vardır. İki halkın sendikalarında bu tarihin sıcaklığı bugün de hissedilmektedir.
Özellikle PEOnun gittikçe artan oranda Kıbrslı Türk işçileri kendi bünyesine almaya başladığını ve Kıbrıslı Türklerin sendikalarının da bu yöndeki taleplerini yoğunlaştırmaya başladıklarını görüyoruz. Öte yandan güney Kıbrısta çalışan Kıbrıslı Türk işçilerin büyük çoğunluğu kuzeydeki statükonun muhalifleridirler. Kendisinden çok daha güçlü siyasal güçlerle kavgaya tutuşmuş ve sivil toplum alanında iyi örgütlenmiş bir halkın parçasıdırlar. Uzun bir sendikal mücadele deneyimleri vardır ve ekonomik şartlar ne kadar zorlarsa zorlasın sendikasız ve sosyal güvencesiz çalışmayı kabul etmeyeceklerdir.
Kıbrıslı Türk işçilerin tümüne yakını bir sendikaya üye olup eşit işe eşit ücret talep etmekten vaz geçmeyeceklerdir. Aracılar, komisyoncular vasıtasıyla iş bulanlar bu piyasada bir süre daha ağırlıklı kesimi oluşturabilirler ama örgütlü olmanın kazancı bir kez örnek oluşturmaya başlarsa aracıların etkisi çok hızlı kırılır. Belki de hepsinden önemlisi Kıbrıslı Türklerin, Kıbrısın neresinde çalışırlarsa çalışsınlar kendilerini kendi ülkelerinde kabul etmeleridir. Onlar yabancı işçi psikolojisine sahip olmazlar. Dünyanın herhangi bir yerinde çalışan farklı etnik kimliklere sahip göçmen işçilerin durumundan çok farklıdırlar.
İşte yakın geleceğimizin olası sorunları da burada başlar. Kıbrıs sorununun bugünkü şekliyle uzun süre devam edemeyeceği ve ülkemizin siyasal yapısının çok yakın gelecekte yeniden şekilleneceğini biliyoruz. Siyasallaşmış bir topluluk olan Kıbrıs Türk halkı yakın geleceğimizi belirleyecek siyasal talepleriyle ortadadır.
Aynı şeyler Kıbrıs Rum halkı için de geçerlidir. Ama halk denilen topluluk homojen bir yapı değildir. Farklı siyasal eğilimleri taşıyan birçok sınıf ve kesimden oluşur. Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum işçiler arasındaki farklılıklar toplumsal bir sorun olarak kalmazlar, süratle siyasallaşıp, siyasal alandaki karşılıklarını bulurlar. Kıbrıslı Türkler açısından bu sorunun besleyeceği siyasal eğilim Kıbrıs Türk milliyetçiliğidir. Kıbrıslı Rumların da ayni yönde etkileneceğini düşünmek yanlış olmaz.
Ortak bir vatan için en önemli fırsatlardan birinin yakalandığı bir anda Kıbrıstaki çalışma yaşamı sorunlarını bir zaman sorunu, yakın gelecekte çözümlenebilecek bir sorun olarak düşünmek tarihi bir hata olur.
5